Hattat Tâbiri Hakkında Bir Açıklama
Son Abbâsî Halîfesi Müsta’sım Billâh’ın kölesi olduğu söylenen Yâkût-ı Müsta’sımî (?- 1299) ye gelinceye kadar kalemin ağzı düz kesilirdi. Yâkut eğri keserek Tahrîf-i Kalem’i îcât etti. Kristof Kolomb’un yumurtası gibi basit görünen bu buluşla yazı san’atını bedîî sâhada ileri bir safhaya geçirmeye, yazının yeni dünyasını bulmaya muvaffak oldu. Ancak, bâzılarının dedikleri gibi Yâkut bir hat mûcidi ve bir kalem vâzıı değildir. Tahrîf-i kalem sâyesinde aklâm-ı sitte’ye yeni bir revnak ve san’ata yeni bir veçhe vermiştir.
Şeyhü’l-İslâm Muhammed bin Haseni’s-Sincârî, “Bidâatü’l-Mücevvid” adlı manzûm eserinin başında şöyle der: “Bu san’atın usûlünü vücûda getirip yazan Ebü;’l Fazl Alî bin Hilâl’in seçtiği şeylerden kâfî ve herkesin hoşuna giden gayet lâtîf bir tarz çıkarmış ve bunun vasıflarını kaleme almak sûretiyle yazan Yâkut’un kabûl ettiklerini tespit ettim. Yâkut’un yazı san’atını kuvvetlendirmiş olduğunda târihçilerin ittifâkı vardır. Yâkut’un, Şark’ta ve Garb’da yazı yazanların en âlimi olduğunda şüphe yoktur”.
İşte Yâkut’a san’atta yaptığı bu yenilikten dolayı Hattat denildi. Fakat, burada açıklamamız gereken mühim bir nokta vardır: Yâkut’tan evvel güzel yazı yazanlara kâtip denildiği gibi hattat da denilirdi. Nitekim İbn-i Mukle’ye İmâmü’l-Hattâtîn lâkabı verilmişti.
Fakat, bu kullanışlar Yâkut hakkında ve ondan sonra bugüne kadar kullanıldığı gibi değildir. Yâkut’tan evvelkiler hakkında, kâtip ve küttâp (=katipler), hattat ve hattâtîn (=hattatlar) tâbirleri, mânâsı aynı olarak, biri diğeri yerinde kullanılırdı. Hat ve hattatlık Yâkut’la mümtâz bir san’at ekolü vasfını kazanınca, hattat kelimesi, bunu sembolize eden yeni bir ıstılah ve ayırıcı bir alâmet olarak kullanılmaya başlanmış ve artık o günden bugüne kadar bu mânâda kâtip ve küttâp denilmemiştir. Yalnız, bu farkları ve husûsiyetleri bilmeyen bâzı kitaplar ve mütercimler, birini diğeri yerinde kullanmışlardır. Bu kullanış her ne kadar Yâkut’tan evvelkiler hakkında doğru ise de, sonrakiler hakkında değildir.
Bir de Osmanlı Hattatları, İranlı’lara uuyarak Hattat karşılığında Hoş-nüvis veya Hûb-nüvis kullandıkları gibi, yalnız şu veya bu yazıyı güzel yazanı anlatmak için meselâ: Ta’lîk- nüv’is (Ta’lîk yazan), Cel’i nüvîs (=celî yazan), Siyâkat-nüvis (Siyâkat yazan)… veya Ta’lîk-nüvîsan (=Ta’lîk yazanlar), Çep-nüvîsân (= Dîvânî yazanlar)… tâbirlerini kullanmışlardır.
Hattatlığın Şartları
Hattatlığın pratik ve teknik yollardan elde edilmesi mümkün olmakla berâber, bütün üstatlar teknik yoldan bellemeyi ve belletmeyi dâimâ tercih ve tavsiye edegelmişlerdir. Fakat tekniğe riâyetin mutlak sûrette kafî olmayıp, tecrübelerden kazanılmış bâzı şartlara da uymanın ehemmiyeti ihtâr oluna gelmiş bulunduğundan, bizim de bunları gözden geçirmemiz yerinde olur.
İstîdad ve Kaabiliyet Sâhibi Olmak
Her san’at gibi, hattatlık da her şeyden evvel fıtrî bir istîdâd ve kaabileyete dayanır. Bunlar, bâzı kimselerde uykuda, bâzılarında da uyanık haldedirler. Uykuda olanları harekete geçirmek için güzel örnekler göstermek bâzen elverdiği halde, bâzen de zamâne bırakmak, tâlim ve terbiye ile yavaş yavaş uyandırmak gerekir. Nitekim genç yaşta yüksek eserler veren hattalar zuhûr etmiş olduğu gibi, uzun bir çalışma ile tedrîcî bir sûrette inkişâf ve tekemmül etmiş san’atkârlar da çoktur. Tevârüsün de bu işte büyük rolü vardır. Soydan soya intikâl eden istîdâd ve kaabiliyetlerin gittikçe daha kuvvetli olduğu ve daha çabuk inkişâf bulduğu da inkâr olunamaz.
Uyanık olan istîdad ve kaabileyetlerin inkişâfları ise ötekilerden ziyâde dikkat ve ihtimâm ister. Çünkü bunlar, fitili ateş almış bir bombadaki barut gibi olduklarından mukavemet haddini aştıkları nda patlayarak mecrâlarını değiştirirler; bedîî hislere hizmet etmek yolundan nefsânî arzular tarafına kayarak sâhibini yazıdan vazgeçirtip birtakım kötü temâyüllere düşürebilirler. Bu hâl, diğer şeylere olan istîdâd ve kaabiliyetler hakkında da düşünülecek bir mes’eledir. Bir babanın oğlu okur, adam olur, san’atkârın oğlu ayyâş, hırsız veya kaatil olabilir. Onun için bu kısım istîdâd ve kabiliyette olanlar kendilerini önceden ayarlamalı, işi çığırından çıkarıp da, sonunda perîşanlığa ve nedâmete düşmemelidir. Kendisini idâre edecek ilim ve kültüre sâhip olmak ve irâdesini feverandan korumak üzere dizginini elinde tutmak gerekir. Bir de üstadlar, bu kısım istîdât ve kabiliyetleri önceden anlayarak tâlim ve tedrîslerinde yararlı bir yol takip etmektedirler. Nitekim, merhûm birâderim müfessir Hamdi Yazır, gençliğinde Filibeli Hacı Ârif Efendi merhumdan yazı tahsîline başlamış, kısa zamanda Sülüs’le Nesih’i ilerletmiş, gerek güzel yazıya olan istîdât ve kabiliyetinin fazla oluşu ve gerek ilim tahsîli husûsundaki merâkının aşırı bulunuşu Ârif Efendi’nin dikkatini çektiğinden, “Oğlum! Artık Sâmi Efendi’ye gitmenin zamânı gelmiştir. San’ata olan istîdâd ve kabiliyetini uzun zaman hapsetmek istemem” demiş ve alıp Sâmi Efendi’ye götürmüş. Ona bir şeyler fısıldamış, Sâmi Efendi birâderimin husûsiyetini derhal takdîr etmiş, arkadaşlarından ayrı bir tâlim usûlü tutmuş, birâderim de kısa zamanda icâzet alıp resmen hattat olarak yazı yazmaya başlamış, böylece hem maîşetini kazanmaya, hem de ilim tahsîline devâma muvaffak olmuş, hattâ beş-on kuruş da pederine göndermek sûretiyle evlâdlık vazîfesini de yapmaktan geri durmamış.
Birâderim, bu mâcerâyı bana anlattıktan sonra: “Kardeşim, senin de yazıya merâkın var. Çalış, fakat, insanda her neye istîdâd ve kabiliyet olursa olsun, gereği gibi terbiye edecek ellere düşmezse sâhibini şaşırtır ve azıtır. Onun için dikkat et, hayâtında yolunu bu iki şeytanın eline teslîm etme, onları yularlayıp hayrına çalışan yorulmaz iki sâdık uşak hâline getir. Yoksa, mîrasyedi zengin ahlâksızlara döner; Hakk’ın verdiği ve vereceği nîmetleri istîdât ve kabiliyetin fenâ mecrâlara kayması yüzünden hebâ ederek sonunda eli boş kalırsın!” diye güzel bir nasîhatte de bulunmuştu. Bu nasîhati elimden geldiği kadar tuttum, o nispette de faydasını gördüm ve çok şükür hâlâ da görmekteyim.
Meşk ve Tâlim Görmek
Yazıyı ehlinden bellemek, istîdâd ve kabiliyetin az zamanda inkişâfına, kısa yoldan selâmetle kemâle ermesine hizmet etmesi bakımından ön safta gelen şartlardandır. Yâni teknik bellemeyi, pratiğe dâimâ tercîh etmelidir. Nitekim Hazret-i Alî şöyle buyurmuştur:
“Güzel yazı, hocanın öğretişinde gizlidir; kemâle ermesi çok yazmakla, devâmı da İslâm Dîni üzere bulunmakla olur.”
Yazı, hocanın tâliminde gizlidir. Çünkü hoca, ondaki rûhî hendeseinin maddî hendese içinde nasıl ve ne sûrette yer aldığını pek çok tecrübe içinde anlamış bulunduğunu, estetik inceliklerin ve karakterlerin kalemle nasıl sağlandığını daha yakından bildiği için, bunları meşkleriyle ve ifâdeleriyle târif ve tâlim ederken, daha kolay ve daha isâbetle öğretir, zevkine vardıra vardıra belletir. Talebe, istîdât ve kabiliyetini daha kestirmeden inkişâf ettirmeye yol bulur.
Hat hocalarımdan hırka-i Şerîf Hatîbi Celî-nuvîs Hâfız Ömer Vasfi merhûm (1880-1928), bir gün sorduğum bir suâl üzerine: “Hattat olmak kolay değildir. Güzel meşk görmeli ama, daha çok hoca yazarken, târif ve tâlim ederken, hele çıkartmayı yaparken çok dikkatli olmalısın, sözle yaptığı îzahlara temsillere, teşbihlere ehemmiyet vermelisin. Çünkü bunlar, yazının güzelliğini sağlayan sırları anlamaya o kadar faydalı olur ki, bir kitap okumuş kadar işine yarar. Bunun için anlamadığını sor, hocanın el ve kalem hareketlerini yakından tâkip et, yazarken de tatbîk eyle” dedikten sonra şunu anlattı: “Bir gün hocam Sâmi Efendi’ye yazı göstermeye gitmiştim. Bir harf üzerinden tâlimler ve târifler yapıyordu. “Anladın mı, anlat bakayım!” dedi. Anlamadığımı anlayınca, tekrar yazdı ve yazarken kalemi nasıl koyduğunu, nasıl çekip çevirdiğini ağır ağır, parça parça göstererek bunlara dikkatle bakmasını söyledi ve kalemi elime verip, bir de sen yaz bakayım, dedi. Ben yazarken, haraketlerimi tâkip ediyor, en ufak bir falsomu derhal düzeltiyordu. Benim fazla sıkıldığımı sezince dedi ki: “Şey Hamdullah’a, bu yazıyı nasıl elde ettiğini sormuşlar, o da, gözlerimi hocamın eline, gönlümü yazıya verdim, elimle kalemi de gereğine bağladım, bir harfi nasıl yazmak îcâp ediyorsa yazıncaya kadar yazmaktan bıkmadım” cevabını vermiş!”
Şunu da kaydetmek yerinde olur ki; hocanın da, talebenin de ihlâs sâhibi olmaları, işi iyi niyetle ele almaları îcâp eder. Bâzı hoca feyizsiz olur, bâzı talebe de işe lâyık olduğu kadar sarılmaz. Onun için meşk ve tâlim görme yanında hocanın feyizli, talebenin de dikkatli ve becerikli olması şarttır.
Harîs Olmak
Hırs, bir şeye sonu gelmeyen bir istekle bağlanmaktır. Muvakkat ve yalancı hırs, her zaman semeresiz olur. Hırsı, nefiste devâm ettirebilmek için mevzûun belli olması, yazanın yazı güzelliği hakkında az çok bir bilgi ve duygu sâhibi bulunması lâzımdır. Hırs, san’at aşkıyla gıdalanır. Ümitsizlik, yeis, cevapsız kalmak ise onu boğar, sâhibini tamâmiyle pasif bir hâle koyar. Yeis ile hırsın çatıştığı anlarda irâd şaşkınlaşır, bu hâlin muvakkat veya devamlı olabileceğine göre sâhibi de o nispette verimsiz ve çekingen olur. Bundan kurtulmak için yeisin atılması ve hırsın beslenmesi lâzımdır. Bunu yerine getirmek için de, evvelâ yeise yataklık yapan kibiri atmalı, sonra Allâh’ın lûtuf ve yardımına sığınmalıdır. Nitekim Yâkut ile İbn-i Hilâl, bu san’atda hırs sâhibi olmanın temel şartlardan olduğunu, diğer şartların hep buna dayandığını söylemişler, İbn-i Bevvâb da “Râiye Kasîdesi”nde, “Azmin sâdık olmalı ve merâmını kolaylaştırmak için Allah’tan tevfîk istemeli” demiştir. Çünkü hırs olmayınca istîdât körleşir. Tevfîk (=Allâh’ın yardımı) olmayınca da, hırs kurur ve diğer şartlara riâyete lüzum da kalmaz.
Doğru Anlayışlı Olmak
Bu, kolay değildir. Çünkü insan nefsi, hâdiselerle karşılaşmadan önce, kendisini zekî ve anlayışlı sanabilir. Fakat, yazı bellemek için bu kadarı kâfî değildir. Zîrâ burada aranılan doğru anlama zekâya, hâfızaya, dikkate, mantığa ve tekrarlarındaki isâbet derecesini ayırmak için muktedir olmaya bağlıdır. Halbuki, harîs olanların hareketlerine ekseriyâ hisleri hâkim olur ve fikir hisse tâb’i kalır. Bu hâlin devâmı ise fikri uyuşturur, hâfızayı körletir, dikkati azalır, yazanı gelişi güzel hareketlere ve muvaffakiyetsizliklere götürür. Bundan dolayı, doğru anlayışlı olmak için, bunlara nefiste yer vermemekle berâber, yazının esaslarını, usûl ve kaidelerini, hocanın tâlim ve târiflerin, kalemle el ve yazı arasındaki ince alâka ve rolleri bilmek ve anlayarak tatbîk etmek gerekir. Şu kadar var ki, bunların hepsini birden başarmış olmak ve kazanmış bulunmak bahis mevzûu olmadığına göre anlayış yeter derecede olmazsa güçlük zamanla artar ve kalem elde inatçı bir haşarı olur kalır da, istenildiği gibi bir harf dahi yazdırılamaz. Onun için, doğru anlayışlı olmak mevzûunda bütün hat üstâdları müttefiktirler. Ancak, bu anlayışı birden değil, zamanla kazanılabilecek bir iş olduğundan bugün anlaşılma görünen bir husûsun zamanla ve çalışmakla en ufak sebepler ve vesîlelerle kendiliğinden aydınlanıvereceği de unutulmamalıdır. Bununla beraber, üstâdın anlatma tarzının da bu işte büyük rolü vardır. “Öğretmede metod isâbeti” dediğimiz bu rol küçümsenmemelidir. Bir de, doğru anlayış; sora sora ve tecrübelerle elde edilir. Şüphe uyandıran ve müşkül görünen herhangi bir husûs, küçümsenmeyerek ehlinden sorulmalıdır. Ehil bulunamazsa, yüksek karakterli yazılar üzerinde o müşkül noktayı bulup mukayeselerle anlamaya çalışmaktan başka yol yoktur. Bu usûl ne kadar çok tatbîk edilirse, doğru anlama da o nispette artar.
Şunu da kaydedelim ki, kaide üstü durumların anlaşılması, kaidelerden ziyâde, tecrübelerle, san’at rûhunun dikkatli sezişleriyle anlaşılabilen fevkalâdelikler olduğu cihetle, her kaide yanında bâzı istisnâların da yer almış olabileceği unutulmamalıdır.
Kibirsiz ve Azimli Olmak
Bilindiği üzere, her yerde ve her işte olduğu gibi, bu san’atta da kibirli ve azimsiz olmak başarısızlığın gizli sebeplerindendir. Çünkü kibir, azmin sinsi bir düşmanıdır, bir arada geçinemezler. Birinin el attığı yerde ötekisi rolünü yapamaz. Bundan dolayı, san’atta muvaffakiyetin şartı olan hırs ve azmi lâyıkıyla devâm ettirebilmek için, kibri kırmak gerekir. Bunu için de, ayrı bir azim ister. Kibir, nefsi gurûra, aldanmaya sevk eder, hatâ ve doğruluğunu araştırmaya engel olur. Bu ise, doğru anlayışın kaybolması demektir. Bu kaybolunca da, meydan kibire kalır. Birçok haksız dâvâlara yol açar, yanlışı isâbetli gösterir. Azmin önüne birçok şeytânî tuzaklar kurar, yavaş yavaş maksattan uzaklaştırır. Bu uzaklaşmayı kendinde duyan tâlip, geçirdiği uzun zamanlara, heder olmuş vakitlerine bakar; yeise ve ümitsizliğe düşer. Ahlâkî zaafı da varsa, kendi sınıfından olup da hakîr gördüğü kimselerin başarıları karşısında haset eder, bu ateş de ayrıca bir bela olur. Şöhret kazanmış yüksek hattatların çoğu buna benzer nice geçitleri geçmiş, nice acı misâllerine şâhit olmuş bulunduklarından, kendileri yalnız mütevâzî, vakarlı, edepli olmakla ve dâimâ hayır istemekle iktifa etmezler. Talebelerine de, azimli olmalarını, kibirden uzaklaşmalarını sağlayacak misaller vermekten geri kalmazlar. Çünkü kâmil bir üstâd nazarında san’at bir edeb, ahlâk ve zerâfet mektebi ve kitâbıdır. Talebesine bu kitaptan ders verdiğini takdîr ederek, onunla ilişiği olan hastalıklardan uzak bulundurmayı hocalığın îcaplarından bilir. Çünkü, bir fakîr hattatın fazîleti önünde diz çökmek, kibirli bir nefsin yapabileceği işlerden değildir. Böyle bir tenezzülde bulunmayan bir nefse kuru azmin ne faydası olur? Kaldı ki, san’at ve san’atkâr, kibirliye vakar ve istiğna ile bakar, sert ve haşîn bir kaya kesilir. Mütevâzi olana da tevâzu ve iltifât ile bakar, mum olur. Bu, şu demektir ki, yazı bir edep ve ahlâk üzerine dayanır. Bunun îcâbı olarak, kibirlilere ve azimsizlere yüz vermez. Çünkü güzel yazıda fıtrat gibi bir temizlik vardır. Bu temizliğe, kibirli vicdanlar, bozuk ruhlar el süremez; ancak uzaktan bakmağa mecbûr kalırlar. Bu hâl düşünen bir gönül için ne mânîdârdır!
İyi ve Bol Malzeme Kullanmak
“Âlet işler el öğünür” darb-ı meseli bu san’at için de doğrudur. Yazıda kullanılması zarûrî olan kalem, kâğıt ve mürekkep gibi malzemenin iyisini kullanmakla kötüsünü kullanmanın aynı netîceyi vermeyeceği şüphesizdir. Hele, yazı gibi rûhî hendese ile kurulan bir san’atın ortaya çıkmasında müessir olan malzemenin estetik bakımdan ne gibi netîceler doğurabileceği düşünülürse, bu işe ne kadar ehemmiyet vermek gerektiği kolayca anlaşılır. Nitekim “Bidâatü’l-Mücevvid”de kaydolunduğu üzere, Yâkut şöyle söylemiştir: “Elde edilmek istenilen güzel bir şey için, bol bol mal sarf etmekten çekinmemelidir. Zîrâ, böyle bir sarf, tâlibin, namzet olduğu güzele pahalı bir mühür vermesi demektir”. İbn-i Hilâl de, “Kâtip –yâni hattat- oluncaya kadar ne altınlar sarfettim de, nice insanlar nafakalandılar” demiştir.
Hocalarımdan Ömer Vasfî Efendi merhûm da şu tavsiyede bulunmuştu: “Kağıdın yumuşağını, kalemin sert sırçalısını, mürekkebin akarını ve iyisini kullan. Bunların âdîleri; bir taraftan kalemin, diğer taraftan senin, bir taraftan da yazının haklarını yerler. Emeğini kemirirler, hevesini kırarlar, kabiliyetini inkişaftan alıkoyarlar. İyi malzeme ise, zarîf bir sofra gibi iştihâ açıcı olur. Bunlar hakkında hasislik yapana karşı, san’at da hasîs davranır, cömerde de cömert olur”. Gerçekten, kör bıçakla traş olmak, çakıl üstünde yatmak, uyumak için yatıp da uyuyamamak ne ise; küt ağızlı kalemle yazmak, kör bıçakla kalem açmak, akmaz mürekkeple, mürekkep tutmaz kâğıda yazmaya çalışmak da odur.
Çok Yazmak
Hazret-i Alî’nin daha önce geçen sözündeki “Kemâle ermesi çok yazmaktadır” fıkrasından da anlaşıldığı üzere, yazı nazariyatla değil çok yazmakla kazanılır. Asıl hattat mükemmel eserler veren san’atkâr demek olduğuna göre, çok yazmaktan maksat, gelişi güzel kâğıtlar doldurmak demek olmayıp; teknik şartlara uygun, daha güzelini elde etmeye müteveccih olarak çok yazmak mânâsınadır. Bu sâyededir ki, meleke artar, anlayış kuvvetlenir, yazı metânet kazanır, kusurlarını görmek, incelikleri sezmek, bedîî zevkini daha candan duymak ve anlamak kabil olur. Bu duygu ve anlayışlar çoğaldıkça, gönüldeki süflî duygular, kibir ve gururlar silinmeye, yerini fazîlet hissi doldurmaya başlar. Böyle yıkanmış bir duygu içinde yazış arttıkça, gönülde birtakım zerâfet ve içtimâî âdâbın yerleşip tomurcuklandığı görülür. Böylece rûh, yazının rûhî hendesesinde şebnemleşmiş olan rûhânî duygulardan tabiî bir sûrette gıdâlanır. Nihâyet öyle bir hâle gelir ki, ham bir meyvenin güneş karşısında tatlanıp ballandığı gibi, san’at rûhu da tekâmül yoluna girer ve san’atkâra mükemmel eserler vermek imkânını kazandırır.
Bir de, ne kadar çok yazılırsa evvelce görülmeyen birtakım gizli ve ince haller ve tavırlarla, o âna kadar kapalı kalan estetik durumlarla karşılaşılır. Bunlar ihmâl etmemek, iyice anlamak gerekir. Çünkü bu gibi müstesnâ hallerle karşılaşıvermek, bir san’atkâr için aranıp da bulunamayan fevkalâde fırsatlardır. Nâdiren tekrarlanan bu gibi bedî’ zuhûrattır ki, san’âtkârın ibdâlarında faal rol alan estetik unsurlar olmak değerini taşırlar. Her biri bir başka sebepten doğmuş oldukları halde, bu sebeple şurda burda tekrar göründükçei bu ince durumlar da doğup sönerler. Sönerler dedik, çünkü şu yazıda ve şu yazının şurasında bugün hoş görünen bir hâlin, yarın şu veya bu sebepten dolayı menfî tesir yapması imkân dışında değildir. “İlâhî beğenmemezlik sebepleri” diyebileceğimiz bu gibi ince tezâhürler ise târif ve tâlim ile bilinir ve bellenir şeyler değillerdir. Zekâya, anlayışlı çalışmaya yâni çok yazmaya mütevakkıf olan bu hallere yazı tashîhî esnâsında daha çok rastlanılır.
Nitekim, Hocam Ömer Vasfî Efendi’ye bir gün yazı göstermeye gitmiştim. Odasına girdiğimde, siyah kâğıt üzerine zırnıkla Sülüs Celîsiyle “gad eflah” sûresini yazarken meşgul buldum. “Gel birâder gel!” diye yanına çağırdı. Bir “dal” harfini başka bir siyah kâğıt üzerinde defalarca “hatırımda kaldığına göre yirmi kadar- yazmıştı ve nihâyet “Hah oldu!” diye birisini beğendi ve onu iğneleyip asıl yazdığı yere silkti, sonra üzerinden îtinâ ile tekrar kalemle yazdı, sebebini öğrenmek için “Niye böyle yaptınız?” diye sordum, şu cevâbı verdi: “Elimiz öteki şekillere alışmış, buraya uygun olanı bir türlü çıkaramadım, yaza yaza kıvâmını bulduruncaya kadar uğraşmaya zarûret hâsıl oldu. İşte, çok yazmanın bir mânâsı da budur. Bu şekli bir daha yapabileceğime güvenim olmadığından, iğneleyip silkmek ve üzerinden yapmak kolaylığını tercîh ettim. Gördün ya, hocamdan icâzet alalı, yâni bana hattat denileni şöyle böyle yirmi seneyi geçtiği ve şu harfi binlerce defa yazdığım halde, istiften doğma îcaplara uygun olacak sûrette ve belki de buraya mahsûs olmak üzere, harfi kürsüsüne oturtmak noktasında bir talebe kadar ter döktüm. Fakat, muvaffak oluşum, yorgunluğumu giderdi. Bu halleri görüp de sakın me’yûs olma!”
Çok Yazı Müteâlea Etmek
Bunun ehemmiyeti açık olmakla berâber bu hususta biraz hesaplı hareket etmek de lâzımdır. Çünkü güzel yazılar birkaç bakımdan mütâlea olunabilirler. Başlıca yazma, estetik, tekâmül seviyesidir.
Yazı bakımından: Müfredâtın, mürekkebâtın, satır ve istif nizamlarının, hareke ve tezyîn işâretlerinin ne sûretle ve ne dereceye kadar başarılmış olduğu ve bilhassa harflerin birbirlerine takılmaları, kaynaşmaları, aralıkları, tenâzur ve tenâsüpleri, üzerinde durmalı, diğer yazıdakilerle karşılaştırılarak bunlar içinden beğendiklerini bir kâğıt üzerinde yaza yaza rûha mal etmelidir.
Estetik bakımdan: Hoşa giden ve gitmeyen harfler ve durumlar nelerdir ve nereleridir? Bunları araştırmalı, kendi görüş ve anlayışımıza nispetle aradaki farkları hâfızaya iyi nakşetmeli, bunları başka yazılardaki benzerleriyle karşılaştırarak kanâat getirdiği hususları yazarken tatbîk etmeye çalışmalıdır.
Tekâmül bakımından: Ele aldığımız bir veya müteaddît yazıların zamânındaki ve geçmişteki yazılara nispetle üslûp, tarz, tavır, şîve ve hâl cihetlerinden iler veya eğri veya müsâvî olup olmadığını araştırmalı ve ön safta yer almış bulunanların estetik karakterlerinden istifâdeyi ihmâl etmemelidir.
Bununla beraber, şu üç safha, mütâlea edenin görüşüne, anlayışına, dikkat ve merâkına bağlı olduğundan, herkesin vardığı netîce ve edindiği fayda bir olmaz. Bu çeşit mütâlealarda, bilhassa târihî mâlûmâtın ve yazanın san’attaki derecesi hakkında azçok bilgi sâhibi bulunmanın da tesiri inkâr olunamaz. Yâkut zamânında şöyle yazılan bir harfin, Karahisârî devrinde, Râkım veya Kadıasker mekteplerinde, Sâmi ve onun yolundan gidenler tarafından nasıl yazılmış, ne şekillere sokulmuş, her birinin estetik seviyesi nereye kadar varmış, tekâmül bakımından hangileri daha üstün görünüyor? Araştırmak gerekir. Ancak, bu gibi ser mevzûları ilk zamanlarda yalnız yazıların yüzlerine bakmakla kavramak ve anlamak mümkün olmamakla berâber, târihî bilgilerle müşâhedeler ve yazı çalışmaları birbirini takviye ettikçe meleke de artar ve onlarla hem-hâl olmak ve dillerinden anlamak kaabil olur.
İcâzet (Diploma) Formalitesi
Bir üstâddan ders görmek, yazının usûl ve kaidelerini nazarî ve amelî olarak tahsîl edip, yazdıklarına imzâsını koymaya selâhiyet kazanmak ve bunu resmen tevsîk etmek eskiden âdet idi. İmzâya izin vermeye İcâzet verme, bu salâhiyeti almaya da İcâzet alma tâbir olunurdu ki, bir nevi’ diploma verme ve almak formalitesi demektir.
Bu usûl gereğince, talebe olgunlaşıp imzâ atabilecek bir seviyeye eriştikten sonra hangi yazıları tahsîl etmiş ise ekseriya bir kıt’a bâzen de bir murakka’ (=yazı albümü) veya hilye, yâhut bu gibi bir levha yazar, bir (tez) hazırlar, hocasına verir. Hocası veya hocaları bunu tetkîk ederek talebenin ehliyet derecesini takdîr ve tâyin ettikten sonra, (Resim: 122 ve 123)’de göründüğü üzere, levhanın altına yazarak, “Artık, yazdıklarının altına ketebe (imzâ) koymaya ve başkasına da ders ve icâzet vermeye izin verildiği” beyân ve tasdîk edilirdi. Bu sebeple, icâzet almayan bir kimse, yazıları altına kendiliğinden imzâsını koyamaz, yâni koyup da yazısını cemiyete ve san’ata mal edemezdi. Kendisini, ne bir san’atkâr tanımaya ve tanıtmaya; ne de başkasına izin ve icâzet vermeye salâhiyetli görebilirdi; aksi takdirde resmen mes’ûl olurdu. Bundan maksat, san’atın şerefini ve san’atkârların hukuk ve haysiyetlerini ve cemiyet içindeki mevkî ve kıymetlerini korumak, san’atın kötüye kullanılmasına ve gerilemesine, estetik kıymetlerin ehliyetsiz ellerde oyuncak olmasına yer vermemektir.
Demek oluyor ki, hattatlık Yâkut’tan sonra İslâm dünyâsında bir istiklâl kazanmış, san’at rûhunun bedî’ ve temiz tezâhürleri olan yazıları, san’atın salâhiyet ve tenkit süzgecinden geçirmeden medeniyet âlemine arz etmemek, bir prensip olarak kabûl edilmiştir. Fakat bu, bir inhisâr zihniyetiyle yapılmış değil, bir ihtisas işinin bütün inceliklerini yakından kavramış bulunmanın samîmi bir ifâdesi olarak konulup devam ettirilmiştir. Bununla berâber, son zamanlarda bu imzâ yasağına ve icâzet alma lüzûmuna riâyet edilmez olmuş, bu da mes’ûliyet hissinin sönmesine sebep olduğundan, tabiatiyle her eli kalem tutan imzâ atmaya başlamış ve icâzet verme ve alma işi, târihî bir an’aneye uymaktan ve ihtiyârî bir formaliteden ibârete kalmıştır.
Ketebe (İmzâ) ve Târih Koyma Şekilleri
Hattatlar, yazıları altına koydukları imzâlarını ekseriyâ Arapça “Bunu yazdı” demek olan kelimesiyle birlikte yazarlar ki, buna Ketebe koymak, Ketebe yazmak, Ketebe atmak, kısaca ketebe derler.
Her yazı nev’ine göre ketebe koymanın husûsî bir şekli vardır. Sülüs, Muhakkak, Reyhânî, Celî ve Müsennâ yazılarda ekseriyâ Rıkaa’ kalemiyle yâni (icâzet) yazısıyla yazarlar ve nokta koymazlar. Ta’lîk’de yine Ta’lîk yazı ile ve asıl kalemin üçte biri kalınlıkta olmasını tercih ederler.
Ketebehû yerinde, nemekahu, yazan kendisinden söz katıyorsa Harrerehu, harekeli yazmış ise Rakamehu, tevâzu için, yâhut karalama yazmış olduğunu ifâde için Sevvedehu, bir meşke baka baka yazdığını, yâhut meşk olmak üzere îtinâ ile yazıldığını ifâde için Meşşakahu, istinsâh (kopya) sûretiyle yazmışsa Nesehâhu, yâhut Satarehu, aynen taklît ederek yazıldığını ifâde için Kalledehu gibi tâbirler kullanılmıştır.
Bir de, murakkaât, kıt’a, kitâp ve levhalarda El-fakîr, yâhut El hakîr, El-müznîp, Er-râcî gibi makama ve yazı muhtevâsına uygun ve tevâzua delâlet eden bir kelime veya cümleden sonra, isim yazmayı âdet edenler de olmuştur. İsimden sonra bâzen Gufire lehu, Gufire zünûbuhu ve emsâli duâyı taşıyan bir cümle ilâve edilir.
Bâzıları, yalnız kendi ismini yazmazlar, bâzıları isimden önce veya sonra babasının, hocasının, her ikisinin adlarını yazmışlar ve hattâ memleketini ve mesleğini bile tebârüz ettirenler olmuştur. Hâsılı, imzâ ve ketebe işinde her san’atkâr kendince münâsip gördüğü şekli kullanmıştır.
Bilindiği üzere, imzâlı yazılara imzâsızlardan ziyâde kıymet verilir. Çünkü imzâ yazının senedi mâhiyetindedir. Bu îtibarla bir hattat, bile bile güzel bir yazısına imzâ atmak istemeyeceği gibi, beğenmediği bir yazısına da imzâ atmaktan çekinir. Dolayısıyla, bir yazının imzâlı veya imzâsız olmasının mutlaka bir mânâsı olmak îcap ederse de, bunu her zaman sezmek mümkün olmaz. İmzâ koymamak husûsunda sebep olarak başlıca şunlar hatıra gelir: Tevâzu’dan, yâhut yazının fevkaladeliğinden dolayı kendini gurûr ve şöhret âfetine tutulmaktan korumak, yâhut bütün bir san’at âlemine meydan okumak, yâni “Şöyle bir yazı yazılmıştır. Yazan kim olursa olsun, onun ehemmiyeti yoktur. Bir şâh veya bir gedâ olabilir. Mes’ele bunda değildir. Bunun bir benzerini yazacak varsa, işte er meydanı, buyursun! Bununla berâber, böyle bir eseri meydana koyanın unutulması, şöhret âfetine tutulmasından hayırlıdır. Maksat şöhret değil, güzel bir iş görmek, güzel bir eser bırakmaktır. Bunu yazan, notunu halktan değil, Hâlık’ından almak ümîdiyle yazmış, bu husûs ise henüz tahakkuk etmemiş bulunduğu için o eseri kendine izâfe etmekten Hakk’a karşı hicâp duymasından dolayı, imzâ koymağa eli varmamıştır” demek istemiştir.
Tuğralar, fermanlar, paralar, beratlar… gibi resmî yazılarda hattatın imzâ koymaması istenildiği, yâhut imza koymaya henüz izin ve icâzet verilmediği için, koymamış olabilir.
Târih koymaya gelince, bunda asıl olan koymak ise de, yukarıki sebeplerden başka, yazıda târih koyacak münâsip bir yer bulunmamasından veya yazının estetiği üzerinde menfî durum ihdâs edeceği düşüncesinden, yâhut târih koyması istenmemesinden, târih atmaya değmeyen muhtevâyı taşımasından veyta konduğu takdirde bir karışıklık ve fesâdı mûcip olacağından konulmamış olabilir. Bir de, bâzı meşhur hattatlar, yazılarının ekol (mektep) hâlini almış fevkalâde bir üslûbu hâiz olması e şahsiyetine del^letde vâzıh bulunması hasebiyle imzâ koymaya lüzum görmemişlerdir.
Hattatta Aranılan Vasıflar
Hattatlık şartlarına riâyet edenlerin hattat olması lâzım gelirse de, bâzı vasıfları hâiz olması da bu san’atta aranılan husûsiyetlerdendir. Bunları şöyle hulâsa edebiliriz: Bir hocadan icâzet almış olmak, estetik değeri bulunan muayyen bir veya birkaç yazı ile uğraşmayı âdet edinmiş olmak, kalemini kötü şeylere âlet edinmeme. Rûh’âniyetini öldüren maddî ve manevî süfliyetlerden uzak bulunmak. Kendisinden yazı tahsîl etmek isteyenlere şefkatli, edepli, sabırlı ve cömert olmak, hakem mevkiinde bulunduğu zaman Hakkı söylemekten çekinmemek kendisine tevdî’ edilen bir sırrı fâş etmemek, ne medihlerden gurûra, ne de tenkidlerden inkisâra kapılmayıp hak ise kabûl, değilse affetmek, sözüne sâdık, ahdine vefâkar olmak bu sanâtta feyz almanın gizli sebeplerindendir.
Nitekim, bu san’atın üstadları verdikleri derslerden dolayı talebelerinden ücret almamayı, hep parasız öğretmeyi bir ibâdet olarak nazara almışlar ve san’at ahlâkının gerekçelerinden saymışlardır. Fakîr olanlar bile buna riâyeten ayrılmamışlar, sonraları resmî mekteplerde maaşlı yazı hocalığı yapanlar bile resmî vazifeleri dışında kendilerine arz-ı hâl edenlerden ücret mukabili bir şey almayı zillet addetmişler, hattâ hediye bile almaktan çekinen zengin kalpli, deryâ-dîl üstadlar çok görülmüştür. Talebelerine meccânen kâğıt, kalem, mürekkep ve güzel yazılar vermek sûretiyle şefkat ve yardımlarını gösteren üstadlar da vardır. Güzel yazıdaki cemiyet âhenginin verdiği içtimâî derslerden birisi de, hattatlara; almaya değil, vermeye merak etmek büyüklüğünü telkîn etmiş bulunmasıdır diyebiliriz.
Tuhfe-i hattatîn’de şunlar kaydolunmuştur: “Bir hat üstâdı kötü huylu olup da, yazı öğretmekte zayıf talebelere eziyet ediyorsa, yoksulluğa düşer… Kaldı ki, “Bildiğini saklayan muallimin ağzına, ateşten gem vurulur” meâlinde bir Hadîs, Şifâ-ı Şerîf’te yazılıdır. Şu hâlde, muallim tövbe ile Allâh’a sığınıp, hâlis niyetle cehâleti yok etmeye çalışmalıdır”.
Yine o eserde şöyle denilmiştir: “Kalem ehli, Hakk’ın emîn ve vekîl kullarıdır. Hat ve kitâbet ile uğraşanlarda âlimler sırasında sayılır. Hat San’atının ilim olduğu, “Kalemle öğretti” Hak sözünden anlaşılır”
Gerçekten, “Allah güzeldir, güzeli sever.” Hadîs-i Şerîfine imtisâli ehemmiyetini ve kıymetini takdîr eden bir hattât, yaşamının fazîleti yaşatmak olduğunu yazılarında fiilen tadar ve yaşatmaya çalışır. Allâh’ın âyetinde kalemler, yazılar ve yazanlar hakkındaki kasemini mânâ ve şümûlunu, bütün güzelliğiyle güzel yazılarında yaşatmaya koyulur. Bu sûretle hattatlar, “Nun”un, o kasem edilen şeylerle şerh ve tefsîrini yapmaya çalışmışlar, müfessirlerin el sürmedikleri bir sâhada kalemlerini öyle kullanmışlardır ki, ne bir puta tapmışlar, ne de o güzel yazılarını put diye tanıtmayı düşünmüşlerdir. Kendilerini Allâh’a ermişler, amellerine hakîkî müşterisi olarak ancak O’nu seçmişler, ne yapmış ve yazmışlarsa O’nun adını yüceltmek, rızâsını kazanmak için yapmışlar ve yazmışlardır. Nihâyet, kendilerini ve amellerini, kefenlerini ve mezarlarını, taşlarını ve Fâtihalarını kendi elleriyle güzel yazılarına nakş ve defnetmişler; gelecek nesillere de birer emânet olarak bırakmak sûretiyle, onları insanlık imtihâniyle de başbaşa bırakıp, ebediyyet semâlarının ufukları arkasına uçup uçup gitmişler ve şu fânî kubbede de birer hoş sadâ olmuşlardır. Allah cümlesine gani gani rahmet eylesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder