23 Ekim 2008 Perşembe
Âşık olan gece uyur mu?
Senin canın hakkı için hayırlı işler yapmaktan vazgeçme, bir gece olsun uyuma! Gaflete dalma!
Bir geceyi ömründen azalmış bil, eksik say, uyanık kal, uyuma!
Kendi heva ve hevesine uydun, rahatını düşündün, binlerce gece uyudun.
Ne olur bir gececik de sevgilinin hatırı için uyuma!
Eşi benzeri olmayan, geceleri hiç uyumayan o lütuf sahibi, o güzeller güzeli sevgiliye uy!
Gönlünü ona ver! Onu kendi gönlünde bul da, sen de uyanık kal, bir gece olsun uyuma!
Sabaha kadar uyanık kaldığın; "Ya Rabbî, ya Rabbî!" diye feryat ettiğin o hastalık gecelerini hatırla, o gecelerden kork da bir gece olsun uyuma!
Cenab-ı Hakk; "Dostlar, geceleri uyumazlar." diye buyurdu.
Bu âyeti duyup, hatanı anlayarak seni yaratandan biraz utandınsa artık uyuma!
Işitmişsindir. Allah dostları isteklerine, muratlarına geceleyin kavuşurlar, dostlarının muratlarını veren padişahlar padişahının aşkına, sen de bu gece uyuma!
Gece gelince gayb aleminin güneşi doğar.
Ey ay yüzlü sevgili! Bir gece olsun uyumazsan, gönlünü tamamıyla candan O na verirsen, sana ölümsüzlük hazinesi görünür.
Akşam olup da dünyayı aydınlatan güneş battıktan sonra gece gelince, gayb nurunun güneşi doğar da gönülleri aydınlatır, gözleri nurlandırır. Bedenleri manen ısıtır.
Sevgili bu gece kendini zorla da, uyumak için yastığa başını koyma!
Ne olur bir gece yatma da Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarını, ihsanlarını gör!
Bütün manevî güzelliklerin, ihsanların kendilerini gösterdikleri zaman gece vaktidir.
Uyuyan bu güzellikleri göremez. Aklını başına al! Sen de bu gece uyuma!
Imran oğlu Müsa Allah ın nurunu geceleyin gördü. Geceleyin o ağaca doğru gitti de "Gel!" sesini duymadı mı?
Hz. Musa geceleyin on yıllık yoldan daha fazla yol aldı da, baştan başa nurlara gark olmuş bir ağaç gördü.
Hz. Ahmed (S.A.V) de Miraca geceleyin çıkmadı mı?
Burak o büyük peygamberi geceleyin göklerin ötesine götürmedi mi?
İnsanlar gündüz rızk peşinde koşarlar, didinir dururlar. Gece ise sevgili ile buluşma zamanıdır, aşk zamanıdır.
Bu yüzdendir ki âşığı kem gözden korumak ve sevgili ile buluşmasını gizlemek için, gece, karanlığı ile her tarafı kaplar, perdeler gerer.
Gece gelince insanlar dinlenmek için yataklarına girerler, kendilerini uykunun kucağına bırakırlar, uyurlar.
Fakat aşıklar gece uyumazlar. Cenab-ı Hakk la onların işleri vardır. Onlar manen Hak la buluşurlar, konuşurlar.
Cenab-ı Hakk Davud (a.s.) a buyurdu ki: "Ey Davud! Bizi sevdiğini iddia eden kişi; Yatağa girip bütün gece uyursa, onun sevgi iddiası sahtedir yalandır."
Âşık olan gece uyur mu ? Buna imkan var mı? Hem âşık olmak, hem de uyumak hiç görülmemiştir.
Çünkü âşık içinin yanışını, derdini söylemek için sevgili ile yapayalnız kalmayı ister.
Bütün geceler de; Cenab-ı Hakk dan şöyle hitaplar, sesler gelip durmada. "Ey kulum! Herkes uykuya daldı, kalk! Seninle manen buluşalım. Bu fırsatı kaçırma! Bu fırsat her zaman ele geçmez.
Öldüğün zaman bu can bedenden ayrılınca, bu gecelere çok hasret çekersin, özlem duyarsın." O nedenle bir gece olsun UYUMA
Hz. Mevlana
Divân-ı Kebir. No:143- 106
Şefik Can/Ötüken Yayınları
Hat Sanatı
Hattat Tâbiri Hakkında Bir Açıklama
Son Abbâsî Halîfesi Müsta’sım Billâh’ın kölesi olduğu söylenen Yâkût-ı Müsta’sımî (?- 1299) ye gelinceye kadar kalemin ağzı düz kesilirdi. Yâkut eğri keserek Tahrîf-i Kalem’i îcât etti. Kristof Kolomb’un yumurtası gibi basit görünen bu buluşla yazı san’atını bedîî sâhada ileri bir safhaya geçirmeye, yazının yeni dünyasını bulmaya muvaffak oldu. Ancak, bâzılarının dedikleri gibi Yâkut bir hat mûcidi ve bir kalem vâzıı değildir. Tahrîf-i kalem sâyesinde aklâm-ı sitte’ye yeni bir revnak ve san’ata yeni bir veçhe vermiştir.
Şeyhü’l-İslâm Muhammed bin Haseni’s-Sincârî, “Bidâatü’l-Mücevvid” adlı manzûm eserinin başında şöyle der: “Bu san’atın usûlünü vücûda getirip yazan Ebü;’l Fazl Alî bin Hilâl’in seçtiği şeylerden kâfî ve herkesin hoşuna giden gayet lâtîf bir tarz çıkarmış ve bunun vasıflarını kaleme almak sûretiyle yazan Yâkut’un kabûl ettiklerini tespit ettim. Yâkut’un yazı san’atını kuvvetlendirmiş olduğunda târihçilerin ittifâkı vardır. Yâkut’un, Şark’ta ve Garb’da yazı yazanların en âlimi olduğunda şüphe yoktur”.
İşte Yâkut’a san’atta yaptığı bu yenilikten dolayı Hattat denildi. Fakat, burada açıklamamız gereken mühim bir nokta vardır: Yâkut’tan evvel güzel yazı yazanlara kâtip denildiği gibi hattat da denilirdi. Nitekim İbn-i Mukle’ye İmâmü’l-Hattâtîn lâkabı verilmişti.
Fakat, bu kullanışlar Yâkut hakkında ve ondan sonra bugüne kadar kullanıldığı gibi değildir. Yâkut’tan evvelkiler hakkında, kâtip ve küttâp (=katipler), hattat ve hattâtîn (=hattatlar) tâbirleri, mânâsı aynı olarak, biri diğeri yerinde kullanılırdı. Hat ve hattatlık Yâkut’la mümtâz bir san’at ekolü vasfını kazanınca, hattat kelimesi, bunu sembolize eden yeni bir ıstılah ve ayırıcı bir alâmet olarak kullanılmaya başlanmış ve artık o günden bugüne kadar bu mânâda kâtip ve küttâp denilmemiştir. Yalnız, bu farkları ve husûsiyetleri bilmeyen bâzı kitaplar ve mütercimler, birini diğeri yerinde kullanmışlardır. Bu kullanış her ne kadar Yâkut’tan evvelkiler hakkında doğru ise de, sonrakiler hakkında değildir.
Bir de Osmanlı Hattatları, İranlı’lara uuyarak Hattat karşılığında Hoş-nüvis veya Hûb-nüvis kullandıkları gibi, yalnız şu veya bu yazıyı güzel yazanı anlatmak için meselâ: Ta’lîk- nüv’is (Ta’lîk yazan), Cel’i nüvîs (=celî yazan), Siyâkat-nüvis (Siyâkat yazan)… veya Ta’lîk-nüvîsan (=Ta’lîk yazanlar), Çep-nüvîsân (= Dîvânî yazanlar)… tâbirlerini kullanmışlardır.
Hattatlığın Şartları
Hattatlığın pratik ve teknik yollardan elde edilmesi mümkün olmakla berâber, bütün üstatlar teknik yoldan bellemeyi ve belletmeyi dâimâ tercih ve tavsiye edegelmişlerdir. Fakat tekniğe riâyetin mutlak sûrette kafî olmayıp, tecrübelerden kazanılmış bâzı şartlara da uymanın ehemmiyeti ihtâr oluna gelmiş bulunduğundan, bizim de bunları gözden geçirmemiz yerinde olur.
İstîdad ve Kaabiliyet Sâhibi Olmak
Her san’at gibi, hattatlık da her şeyden evvel fıtrî bir istîdâd ve kaabileyete dayanır. Bunlar, bâzı kimselerde uykuda, bâzılarında da uyanık haldedirler. Uykuda olanları harekete geçirmek için güzel örnekler göstermek bâzen elverdiği halde, bâzen de zamâne bırakmak, tâlim ve terbiye ile yavaş yavaş uyandırmak gerekir. Nitekim genç yaşta yüksek eserler veren hattalar zuhûr etmiş olduğu gibi, uzun bir çalışma ile tedrîcî bir sûrette inkişâf ve tekemmül etmiş san’atkârlar da çoktur. Tevârüsün de bu işte büyük rolü vardır. Soydan soya intikâl eden istîdâd ve kaabiliyetlerin gittikçe daha kuvvetli olduğu ve daha çabuk inkişâf bulduğu da inkâr olunamaz.
Uyanık olan istîdad ve kaabileyetlerin inkişâfları ise ötekilerden ziyâde dikkat ve ihtimâm ister. Çünkü bunlar, fitili ateş almış bir bombadaki barut gibi olduklarından mukavemet haddini aştıkları nda patlayarak mecrâlarını değiştirirler; bedîî hislere hizmet etmek yolundan nefsânî arzular tarafına kayarak sâhibini yazıdan vazgeçirtip birtakım kötü temâyüllere düşürebilirler. Bu hâl, diğer şeylere olan istîdâd ve kaabiliyetler hakkında da düşünülecek bir mes’eledir. Bir babanın oğlu okur, adam olur, san’atkârın oğlu ayyâş, hırsız veya kaatil olabilir. Onun için bu kısım istîdâd ve kabiliyette olanlar kendilerini önceden ayarlamalı, işi çığırından çıkarıp da, sonunda perîşanlığa ve nedâmete düşmemelidir. Kendisini idâre edecek ilim ve kültüre sâhip olmak ve irâdesini feverandan korumak üzere dizginini elinde tutmak gerekir. Bir de üstadlar, bu kısım istîdât ve kabiliyetleri önceden anlayarak tâlim ve tedrîslerinde yararlı bir yol takip etmektedirler. Nitekim, merhûm birâderim müfessir Hamdi Yazır, gençliğinde Filibeli Hacı Ârif Efendi merhumdan yazı tahsîline başlamış, kısa zamanda Sülüs’le Nesih’i ilerletmiş, gerek güzel yazıya olan istîdât ve kabiliyetinin fazla oluşu ve gerek ilim tahsîli husûsundaki merâkının aşırı bulunuşu Ârif Efendi’nin dikkatini çektiğinden, “Oğlum! Artık Sâmi Efendi’ye gitmenin zamânı gelmiştir. San’ata olan istîdâd ve kabiliyetini uzun zaman hapsetmek istemem” demiş ve alıp Sâmi Efendi’ye götürmüş. Ona bir şeyler fısıldamış, Sâmi Efendi birâderimin husûsiyetini derhal takdîr etmiş, arkadaşlarından ayrı bir tâlim usûlü tutmuş, birâderim de kısa zamanda icâzet alıp resmen hattat olarak yazı yazmaya başlamış, böylece hem maîşetini kazanmaya, hem de ilim tahsîline devâma muvaffak olmuş, hattâ beş-on kuruş da pederine göndermek sûretiyle evlâdlık vazîfesini de yapmaktan geri durmamış.
Birâderim, bu mâcerâyı bana anlattıktan sonra: “Kardeşim, senin de yazıya merâkın var. Çalış, fakat, insanda her neye istîdâd ve kabiliyet olursa olsun, gereği gibi terbiye edecek ellere düşmezse sâhibini şaşırtır ve azıtır. Onun için dikkat et, hayâtında yolunu bu iki şeytanın eline teslîm etme, onları yularlayıp hayrına çalışan yorulmaz iki sâdık uşak hâline getir. Yoksa, mîrasyedi zengin ahlâksızlara döner; Hakk’ın verdiği ve vereceği nîmetleri istîdât ve kabiliyetin fenâ mecrâlara kayması yüzünden hebâ ederek sonunda eli boş kalırsın!” diye güzel bir nasîhatte de bulunmuştu. Bu nasîhati elimden geldiği kadar tuttum, o nispette de faydasını gördüm ve çok şükür hâlâ da görmekteyim.
Meşk ve Tâlim Görmek
Yazıyı ehlinden bellemek, istîdâd ve kabiliyetin az zamanda inkişâfına, kısa yoldan selâmetle kemâle ermesine hizmet etmesi bakımından ön safta gelen şartlardandır. Yâni teknik bellemeyi, pratiğe dâimâ tercîh etmelidir. Nitekim Hazret-i Alî şöyle buyurmuştur:
“Güzel yazı, hocanın öğretişinde gizlidir; kemâle ermesi çok yazmakla, devâmı da İslâm Dîni üzere bulunmakla olur.”
Yazı, hocanın tâliminde gizlidir. Çünkü hoca, ondaki rûhî hendeseinin maddî hendese içinde nasıl ve ne sûrette yer aldığını pek çok tecrübe içinde anlamış bulunduğunu, estetik inceliklerin ve karakterlerin kalemle nasıl sağlandığını daha yakından bildiği için, bunları meşkleriyle ve ifâdeleriyle târif ve tâlim ederken, daha kolay ve daha isâbetle öğretir, zevkine vardıra vardıra belletir. Talebe, istîdât ve kabiliyetini daha kestirmeden inkişâf ettirmeye yol bulur.
Hat hocalarımdan hırka-i Şerîf Hatîbi Celî-nuvîs Hâfız Ömer Vasfi merhûm (1880-1928), bir gün sorduğum bir suâl üzerine: “Hattat olmak kolay değildir. Güzel meşk görmeli ama, daha çok hoca yazarken, târif ve tâlim ederken, hele çıkartmayı yaparken çok dikkatli olmalısın, sözle yaptığı îzahlara temsillere, teşbihlere ehemmiyet vermelisin. Çünkü bunlar, yazının güzelliğini sağlayan sırları anlamaya o kadar faydalı olur ki, bir kitap okumuş kadar işine yarar. Bunun için anlamadığını sor, hocanın el ve kalem hareketlerini yakından tâkip et, yazarken de tatbîk eyle” dedikten sonra şunu anlattı: “Bir gün hocam Sâmi Efendi’ye yazı göstermeye gitmiştim. Bir harf üzerinden tâlimler ve târifler yapıyordu. “Anladın mı, anlat bakayım!” dedi. Anlamadığımı anlayınca, tekrar yazdı ve yazarken kalemi nasıl koyduğunu, nasıl çekip çevirdiğini ağır ağır, parça parça göstererek bunlara dikkatle bakmasını söyledi ve kalemi elime verip, bir de sen yaz bakayım, dedi. Ben yazarken, haraketlerimi tâkip ediyor, en ufak bir falsomu derhal düzeltiyordu. Benim fazla sıkıldığımı sezince dedi ki: “Şey Hamdullah’a, bu yazıyı nasıl elde ettiğini sormuşlar, o da, gözlerimi hocamın eline, gönlümü yazıya verdim, elimle kalemi de gereğine bağladım, bir harfi nasıl yazmak îcâp ediyorsa yazıncaya kadar yazmaktan bıkmadım” cevabını vermiş!”
Şunu da kaydetmek yerinde olur ki; hocanın da, talebenin de ihlâs sâhibi olmaları, işi iyi niyetle ele almaları îcâp eder. Bâzı hoca feyizsiz olur, bâzı talebe de işe lâyık olduğu kadar sarılmaz. Onun için meşk ve tâlim görme yanında hocanın feyizli, talebenin de dikkatli ve becerikli olması şarttır.
Harîs Olmak
Hırs, bir şeye sonu gelmeyen bir istekle bağlanmaktır. Muvakkat ve yalancı hırs, her zaman semeresiz olur. Hırsı, nefiste devâm ettirebilmek için mevzûun belli olması, yazanın yazı güzelliği hakkında az çok bir bilgi ve duygu sâhibi bulunması lâzımdır. Hırs, san’at aşkıyla gıdalanır. Ümitsizlik, yeis, cevapsız kalmak ise onu boğar, sâhibini tamâmiyle pasif bir hâle koyar. Yeis ile hırsın çatıştığı anlarda irâd şaşkınlaşır, bu hâlin muvakkat veya devamlı olabileceğine göre sâhibi de o nispette verimsiz ve çekingen olur. Bundan kurtulmak için yeisin atılması ve hırsın beslenmesi lâzımdır. Bunu yerine getirmek için de, evvelâ yeise yataklık yapan kibiri atmalı, sonra Allâh’ın lûtuf ve yardımına sığınmalıdır. Nitekim Yâkut ile İbn-i Hilâl, bu san’atda hırs sâhibi olmanın temel şartlardan olduğunu, diğer şartların hep buna dayandığını söylemişler, İbn-i Bevvâb da “Râiye Kasîdesi”nde, “Azmin sâdık olmalı ve merâmını kolaylaştırmak için Allah’tan tevfîk istemeli” demiştir. Çünkü hırs olmayınca istîdât körleşir. Tevfîk (=Allâh’ın yardımı) olmayınca da, hırs kurur ve diğer şartlara riâyete lüzum da kalmaz.
Doğru Anlayışlı Olmak
Bu, kolay değildir. Çünkü insan nefsi, hâdiselerle karşılaşmadan önce, kendisini zekî ve anlayışlı sanabilir. Fakat, yazı bellemek için bu kadarı kâfî değildir. Zîrâ burada aranılan doğru anlama zekâya, hâfızaya, dikkate, mantığa ve tekrarlarındaki isâbet derecesini ayırmak için muktedir olmaya bağlıdır. Halbuki, harîs olanların hareketlerine ekseriyâ hisleri hâkim olur ve fikir hisse tâb’i kalır. Bu hâlin devâmı ise fikri uyuşturur, hâfızayı körletir, dikkati azalır, yazanı gelişi güzel hareketlere ve muvaffakiyetsizliklere götürür. Bundan dolayı, doğru anlayışlı olmak için, bunlara nefiste yer vermemekle berâber, yazının esaslarını, usûl ve kaidelerini, hocanın tâlim ve târiflerin, kalemle el ve yazı arasındaki ince alâka ve rolleri bilmek ve anlayarak tatbîk etmek gerekir. Şu kadar var ki, bunların hepsini birden başarmış olmak ve kazanmış bulunmak bahis mevzûu olmadığına göre anlayış yeter derecede olmazsa güçlük zamanla artar ve kalem elde inatçı bir haşarı olur kalır da, istenildiği gibi bir harf dahi yazdırılamaz. Onun için, doğru anlayışlı olmak mevzûunda bütün hat üstâdları müttefiktirler. Ancak, bu anlayışı birden değil, zamanla kazanılabilecek bir iş olduğundan bugün anlaşılma görünen bir husûsun zamanla ve çalışmakla en ufak sebepler ve vesîlelerle kendiliğinden aydınlanıvereceği de unutulmamalıdır. Bununla beraber, üstâdın anlatma tarzının da bu işte büyük rolü vardır. “Öğretmede metod isâbeti” dediğimiz bu rol küçümsenmemelidir. Bir de, doğru anlayış; sora sora ve tecrübelerle elde edilir. Şüphe uyandıran ve müşkül görünen herhangi bir husûs, küçümsenmeyerek ehlinden sorulmalıdır. Ehil bulunamazsa, yüksek karakterli yazılar üzerinde o müşkül noktayı bulup mukayeselerle anlamaya çalışmaktan başka yol yoktur. Bu usûl ne kadar çok tatbîk edilirse, doğru anlama da o nispette artar.
Şunu da kaydedelim ki, kaide üstü durumların anlaşılması, kaidelerden ziyâde, tecrübelerle, san’at rûhunun dikkatli sezişleriyle anlaşılabilen fevkalâdelikler olduğu cihetle, her kaide yanında bâzı istisnâların da yer almış olabileceği unutulmamalıdır.
Kibirsiz ve Azimli Olmak
Bilindiği üzere, her yerde ve her işte olduğu gibi, bu san’atta da kibirli ve azimsiz olmak başarısızlığın gizli sebeplerindendir. Çünkü kibir, azmin sinsi bir düşmanıdır, bir arada geçinemezler. Birinin el attığı yerde ötekisi rolünü yapamaz. Bundan dolayı, san’atta muvaffakiyetin şartı olan hırs ve azmi lâyıkıyla devâm ettirebilmek için, kibri kırmak gerekir. Bunu için de, ayrı bir azim ister. Kibir, nefsi gurûra, aldanmaya sevk eder, hatâ ve doğruluğunu araştırmaya engel olur. Bu ise, doğru anlayışın kaybolması demektir. Bu kaybolunca da, meydan kibire kalır. Birçok haksız dâvâlara yol açar, yanlışı isâbetli gösterir. Azmin önüne birçok şeytânî tuzaklar kurar, yavaş yavaş maksattan uzaklaştırır. Bu uzaklaşmayı kendinde duyan tâlip, geçirdiği uzun zamanlara, heder olmuş vakitlerine bakar; yeise ve ümitsizliğe düşer. Ahlâkî zaafı da varsa, kendi sınıfından olup da hakîr gördüğü kimselerin başarıları karşısında haset eder, bu ateş de ayrıca bir bela olur. Şöhret kazanmış yüksek hattatların çoğu buna benzer nice geçitleri geçmiş, nice acı misâllerine şâhit olmuş bulunduklarından, kendileri yalnız mütevâzî, vakarlı, edepli olmakla ve dâimâ hayır istemekle iktifa etmezler. Talebelerine de, azimli olmalarını, kibirden uzaklaşmalarını sağlayacak misaller vermekten geri kalmazlar. Çünkü kâmil bir üstâd nazarında san’at bir edeb, ahlâk ve zerâfet mektebi ve kitâbıdır. Talebesine bu kitaptan ders verdiğini takdîr ederek, onunla ilişiği olan hastalıklardan uzak bulundurmayı hocalığın îcaplarından bilir. Çünkü, bir fakîr hattatın fazîleti önünde diz çökmek, kibirli bir nefsin yapabileceği işlerden değildir. Böyle bir tenezzülde bulunmayan bir nefse kuru azmin ne faydası olur? Kaldı ki, san’at ve san’atkâr, kibirliye vakar ve istiğna ile bakar, sert ve haşîn bir kaya kesilir. Mütevâzi olana da tevâzu ve iltifât ile bakar, mum olur. Bu, şu demektir ki, yazı bir edep ve ahlâk üzerine dayanır. Bunun îcâbı olarak, kibirlilere ve azimsizlere yüz vermez. Çünkü güzel yazıda fıtrat gibi bir temizlik vardır. Bu temizliğe, kibirli vicdanlar, bozuk ruhlar el süremez; ancak uzaktan bakmağa mecbûr kalırlar. Bu hâl düşünen bir gönül için ne mânîdârdır!
İyi ve Bol Malzeme Kullanmak
“Âlet işler el öğünür” darb-ı meseli bu san’at için de doğrudur. Yazıda kullanılması zarûrî olan kalem, kâğıt ve mürekkep gibi malzemenin iyisini kullanmakla kötüsünü kullanmanın aynı netîceyi vermeyeceği şüphesizdir. Hele, yazı gibi rûhî hendese ile kurulan bir san’atın ortaya çıkmasında müessir olan malzemenin estetik bakımdan ne gibi netîceler doğurabileceği düşünülürse, bu işe ne kadar ehemmiyet vermek gerektiği kolayca anlaşılır. Nitekim “Bidâatü’l-Mücevvid”de kaydolunduğu üzere, Yâkut şöyle söylemiştir: “Elde edilmek istenilen güzel bir şey için, bol bol mal sarf etmekten çekinmemelidir. Zîrâ, böyle bir sarf, tâlibin, namzet olduğu güzele pahalı bir mühür vermesi demektir”. İbn-i Hilâl de, “Kâtip –yâni hattat- oluncaya kadar ne altınlar sarfettim de, nice insanlar nafakalandılar” demiştir.
Hocalarımdan Ömer Vasfî Efendi merhûm da şu tavsiyede bulunmuştu: “Kağıdın yumuşağını, kalemin sert sırçalısını, mürekkebin akarını ve iyisini kullan. Bunların âdîleri; bir taraftan kalemin, diğer taraftan senin, bir taraftan da yazının haklarını yerler. Emeğini kemirirler, hevesini kırarlar, kabiliyetini inkişaftan alıkoyarlar. İyi malzeme ise, zarîf bir sofra gibi iştihâ açıcı olur. Bunlar hakkında hasislik yapana karşı, san’at da hasîs davranır, cömerde de cömert olur”. Gerçekten, kör bıçakla traş olmak, çakıl üstünde yatmak, uyumak için yatıp da uyuyamamak ne ise; küt ağızlı kalemle yazmak, kör bıçakla kalem açmak, akmaz mürekkeple, mürekkep tutmaz kâğıda yazmaya çalışmak da odur.
Çok Yazmak
Hazret-i Alî’nin daha önce geçen sözündeki “Kemâle ermesi çok yazmaktadır” fıkrasından da anlaşıldığı üzere, yazı nazariyatla değil çok yazmakla kazanılır. Asıl hattat mükemmel eserler veren san’atkâr demek olduğuna göre, çok yazmaktan maksat, gelişi güzel kâğıtlar doldurmak demek olmayıp; teknik şartlara uygun, daha güzelini elde etmeye müteveccih olarak çok yazmak mânâsınadır. Bu sâyededir ki, meleke artar, anlayış kuvvetlenir, yazı metânet kazanır, kusurlarını görmek, incelikleri sezmek, bedîî zevkini daha candan duymak ve anlamak kabil olur. Bu duygu ve anlayışlar çoğaldıkça, gönüldeki süflî duygular, kibir ve gururlar silinmeye, yerini fazîlet hissi doldurmaya başlar. Böyle yıkanmış bir duygu içinde yazış arttıkça, gönülde birtakım zerâfet ve içtimâî âdâbın yerleşip tomurcuklandığı görülür. Böylece rûh, yazının rûhî hendesesinde şebnemleşmiş olan rûhânî duygulardan tabiî bir sûrette gıdâlanır. Nihâyet öyle bir hâle gelir ki, ham bir meyvenin güneş karşısında tatlanıp ballandığı gibi, san’at rûhu da tekâmül yoluna girer ve san’atkâra mükemmel eserler vermek imkânını kazandırır.
Bir de, ne kadar çok yazılırsa evvelce görülmeyen birtakım gizli ve ince haller ve tavırlarla, o âna kadar kapalı kalan estetik durumlarla karşılaşılır. Bunlar ihmâl etmemek, iyice anlamak gerekir. Çünkü bu gibi müstesnâ hallerle karşılaşıvermek, bir san’atkâr için aranıp da bulunamayan fevkalâde fırsatlardır. Nâdiren tekrarlanan bu gibi bedî’ zuhûrattır ki, san’âtkârın ibdâlarında faal rol alan estetik unsurlar olmak değerini taşırlar. Her biri bir başka sebepten doğmuş oldukları halde, bu sebeple şurda burda tekrar göründükçei bu ince durumlar da doğup sönerler. Sönerler dedik, çünkü şu yazıda ve şu yazının şurasında bugün hoş görünen bir hâlin, yarın şu veya bu sebepten dolayı menfî tesir yapması imkân dışında değildir. “İlâhî beğenmemezlik sebepleri” diyebileceğimiz bu gibi ince tezâhürler ise târif ve tâlim ile bilinir ve bellenir şeyler değillerdir. Zekâya, anlayışlı çalışmaya yâni çok yazmaya mütevakkıf olan bu hallere yazı tashîhî esnâsında daha çok rastlanılır.
Nitekim, Hocam Ömer Vasfî Efendi’ye bir gün yazı göstermeye gitmiştim. Odasına girdiğimde, siyah kâğıt üzerine zırnıkla Sülüs Celîsiyle “gad eflah” sûresini yazarken meşgul buldum. “Gel birâder gel!” diye yanına çağırdı. Bir “dal” harfini başka bir siyah kâğıt üzerinde defalarca “hatırımda kaldığına göre yirmi kadar- yazmıştı ve nihâyet “Hah oldu!” diye birisini beğendi ve onu iğneleyip asıl yazdığı yere silkti, sonra üzerinden îtinâ ile tekrar kalemle yazdı, sebebini öğrenmek için “Niye böyle yaptınız?” diye sordum, şu cevâbı verdi: “Elimiz öteki şekillere alışmış, buraya uygun olanı bir türlü çıkaramadım, yaza yaza kıvâmını bulduruncaya kadar uğraşmaya zarûret hâsıl oldu. İşte, çok yazmanın bir mânâsı da budur. Bu şekli bir daha yapabileceğime güvenim olmadığından, iğneleyip silkmek ve üzerinden yapmak kolaylığını tercîh ettim. Gördün ya, hocamdan icâzet alalı, yâni bana hattat denileni şöyle böyle yirmi seneyi geçtiği ve şu harfi binlerce defa yazdığım halde, istiften doğma îcaplara uygun olacak sûrette ve belki de buraya mahsûs olmak üzere, harfi kürsüsüne oturtmak noktasında bir talebe kadar ter döktüm. Fakat, muvaffak oluşum, yorgunluğumu giderdi. Bu halleri görüp de sakın me’yûs olma!”
Çok Yazı Müteâlea Etmek
Bunun ehemmiyeti açık olmakla berâber bu hususta biraz hesaplı hareket etmek de lâzımdır. Çünkü güzel yazılar birkaç bakımdan mütâlea olunabilirler. Başlıca yazma, estetik, tekâmül seviyesidir.
Yazı bakımından: Müfredâtın, mürekkebâtın, satır ve istif nizamlarının, hareke ve tezyîn işâretlerinin ne sûretle ve ne dereceye kadar başarılmış olduğu ve bilhassa harflerin birbirlerine takılmaları, kaynaşmaları, aralıkları, tenâzur ve tenâsüpleri, üzerinde durmalı, diğer yazıdakilerle karşılaştırılarak bunlar içinden beğendiklerini bir kâğıt üzerinde yaza yaza rûha mal etmelidir.
Estetik bakımdan: Hoşa giden ve gitmeyen harfler ve durumlar nelerdir ve nereleridir? Bunları araştırmalı, kendi görüş ve anlayışımıza nispetle aradaki farkları hâfızaya iyi nakşetmeli, bunları başka yazılardaki benzerleriyle karşılaştırarak kanâat getirdiği hususları yazarken tatbîk etmeye çalışmalıdır.
Tekâmül bakımından: Ele aldığımız bir veya müteaddît yazıların zamânındaki ve geçmişteki yazılara nispetle üslûp, tarz, tavır, şîve ve hâl cihetlerinden iler veya eğri veya müsâvî olup olmadığını araştırmalı ve ön safta yer almış bulunanların estetik karakterlerinden istifâdeyi ihmâl etmemelidir.
Bununla beraber, şu üç safha, mütâlea edenin görüşüne, anlayışına, dikkat ve merâkına bağlı olduğundan, herkesin vardığı netîce ve edindiği fayda bir olmaz. Bu çeşit mütâlealarda, bilhassa târihî mâlûmâtın ve yazanın san’attaki derecesi hakkında azçok bilgi sâhibi bulunmanın da tesiri inkâr olunamaz. Yâkut zamânında şöyle yazılan bir harfin, Karahisârî devrinde, Râkım veya Kadıasker mekteplerinde, Sâmi ve onun yolundan gidenler tarafından nasıl yazılmış, ne şekillere sokulmuş, her birinin estetik seviyesi nereye kadar varmış, tekâmül bakımından hangileri daha üstün görünüyor? Araştırmak gerekir. Ancak, bu gibi ser mevzûları ilk zamanlarda yalnız yazıların yüzlerine bakmakla kavramak ve anlamak mümkün olmamakla berâber, târihî bilgilerle müşâhedeler ve yazı çalışmaları birbirini takviye ettikçe meleke de artar ve onlarla hem-hâl olmak ve dillerinden anlamak kaabil olur.
İcâzet (Diploma) Formalitesi
Bir üstâddan ders görmek, yazının usûl ve kaidelerini nazarî ve amelî olarak tahsîl edip, yazdıklarına imzâsını koymaya selâhiyet kazanmak ve bunu resmen tevsîk etmek eskiden âdet idi. İmzâya izin vermeye İcâzet verme, bu salâhiyeti almaya da İcâzet alma tâbir olunurdu ki, bir nevi’ diploma verme ve almak formalitesi demektir.
Bu usûl gereğince, talebe olgunlaşıp imzâ atabilecek bir seviyeye eriştikten sonra hangi yazıları tahsîl etmiş ise ekseriya bir kıt’a bâzen de bir murakka’ (=yazı albümü) veya hilye, yâhut bu gibi bir levha yazar, bir (tez) hazırlar, hocasına verir. Hocası veya hocaları bunu tetkîk ederek talebenin ehliyet derecesini takdîr ve tâyin ettikten sonra, (Resim: 122 ve 123)’de göründüğü üzere, levhanın altına yazarak, “Artık, yazdıklarının altına ketebe (imzâ) koymaya ve başkasına da ders ve icâzet vermeye izin verildiği” beyân ve tasdîk edilirdi. Bu sebeple, icâzet almayan bir kimse, yazıları altına kendiliğinden imzâsını koyamaz, yâni koyup da yazısını cemiyete ve san’ata mal edemezdi. Kendisini, ne bir san’atkâr tanımaya ve tanıtmaya; ne de başkasına izin ve icâzet vermeye salâhiyetli görebilirdi; aksi takdirde resmen mes’ûl olurdu. Bundan maksat, san’atın şerefini ve san’atkârların hukuk ve haysiyetlerini ve cemiyet içindeki mevkî ve kıymetlerini korumak, san’atın kötüye kullanılmasına ve gerilemesine, estetik kıymetlerin ehliyetsiz ellerde oyuncak olmasına yer vermemektir.
Demek oluyor ki, hattatlık Yâkut’tan sonra İslâm dünyâsında bir istiklâl kazanmış, san’at rûhunun bedî’ ve temiz tezâhürleri olan yazıları, san’atın salâhiyet ve tenkit süzgecinden geçirmeden medeniyet âlemine arz etmemek, bir prensip olarak kabûl edilmiştir. Fakat bu, bir inhisâr zihniyetiyle yapılmış değil, bir ihtisas işinin bütün inceliklerini yakından kavramış bulunmanın samîmi bir ifâdesi olarak konulup devam ettirilmiştir. Bununla berâber, son zamanlarda bu imzâ yasağına ve icâzet alma lüzûmuna riâyet edilmez olmuş, bu da mes’ûliyet hissinin sönmesine sebep olduğundan, tabiatiyle her eli kalem tutan imzâ atmaya başlamış ve icâzet verme ve alma işi, târihî bir an’aneye uymaktan ve ihtiyârî bir formaliteden ibârete kalmıştır.
Ketebe (İmzâ) ve Târih Koyma Şekilleri
Hattatlar, yazıları altına koydukları imzâlarını ekseriyâ Arapça “Bunu yazdı” demek olan kelimesiyle birlikte yazarlar ki, buna Ketebe koymak, Ketebe yazmak, Ketebe atmak, kısaca ketebe derler.
Her yazı nev’ine göre ketebe koymanın husûsî bir şekli vardır. Sülüs, Muhakkak, Reyhânî, Celî ve Müsennâ yazılarda ekseriyâ Rıkaa’ kalemiyle yâni (icâzet) yazısıyla yazarlar ve nokta koymazlar. Ta’lîk’de yine Ta’lîk yazı ile ve asıl kalemin üçte biri kalınlıkta olmasını tercih ederler.
Ketebehû yerinde, nemekahu, yazan kendisinden söz katıyorsa Harrerehu, harekeli yazmış ise Rakamehu, tevâzu için, yâhut karalama yazmış olduğunu ifâde için Sevvedehu, bir meşke baka baka yazdığını, yâhut meşk olmak üzere îtinâ ile yazıldığını ifâde için Meşşakahu, istinsâh (kopya) sûretiyle yazmışsa Nesehâhu, yâhut Satarehu, aynen taklît ederek yazıldığını ifâde için Kalledehu gibi tâbirler kullanılmıştır.
Bir de, murakkaât, kıt’a, kitâp ve levhalarda El-fakîr, yâhut El hakîr, El-müznîp, Er-râcî gibi makama ve yazı muhtevâsına uygun ve tevâzua delâlet eden bir kelime veya cümleden sonra, isim yazmayı âdet edenler de olmuştur. İsimden sonra bâzen Gufire lehu, Gufire zünûbuhu ve emsâli duâyı taşıyan bir cümle ilâve edilir.
Bâzıları, yalnız kendi ismini yazmazlar, bâzıları isimden önce veya sonra babasının, hocasının, her ikisinin adlarını yazmışlar ve hattâ memleketini ve mesleğini bile tebârüz ettirenler olmuştur. Hâsılı, imzâ ve ketebe işinde her san’atkâr kendince münâsip gördüğü şekli kullanmıştır.
Bilindiği üzere, imzâlı yazılara imzâsızlardan ziyâde kıymet verilir. Çünkü imzâ yazının senedi mâhiyetindedir. Bu îtibarla bir hattat, bile bile güzel bir yazısına imzâ atmak istemeyeceği gibi, beğenmediği bir yazısına da imzâ atmaktan çekinir. Dolayısıyla, bir yazının imzâlı veya imzâsız olmasının mutlaka bir mânâsı olmak îcap ederse de, bunu her zaman sezmek mümkün olmaz. İmzâ koymamak husûsunda sebep olarak başlıca şunlar hatıra gelir: Tevâzu’dan, yâhut yazının fevkaladeliğinden dolayı kendini gurûr ve şöhret âfetine tutulmaktan korumak, yâhut bütün bir san’at âlemine meydan okumak, yâni “Şöyle bir yazı yazılmıştır. Yazan kim olursa olsun, onun ehemmiyeti yoktur. Bir şâh veya bir gedâ olabilir. Mes’ele bunda değildir. Bunun bir benzerini yazacak varsa, işte er meydanı, buyursun! Bununla berâber, böyle bir eseri meydana koyanın unutulması, şöhret âfetine tutulmasından hayırlıdır. Maksat şöhret değil, güzel bir iş görmek, güzel bir eser bırakmaktır. Bunu yazan, notunu halktan değil, Hâlık’ından almak ümîdiyle yazmış, bu husûs ise henüz tahakkuk etmemiş bulunduğu için o eseri kendine izâfe etmekten Hakk’a karşı hicâp duymasından dolayı, imzâ koymağa eli varmamıştır” demek istemiştir.
Tuğralar, fermanlar, paralar, beratlar… gibi resmî yazılarda hattatın imzâ koymaması istenildiği, yâhut imza koymaya henüz izin ve icâzet verilmediği için, koymamış olabilir.
Târih koymaya gelince, bunda asıl olan koymak ise de, yukarıki sebeplerden başka, yazıda târih koyacak münâsip bir yer bulunmamasından veya yazının estetiği üzerinde menfî durum ihdâs edeceği düşüncesinden, yâhut târih koyması istenmemesinden, târih atmaya değmeyen muhtevâyı taşımasından veyta konduğu takdirde bir karışıklık ve fesâdı mûcip olacağından konulmamış olabilir. Bir de, bâzı meşhur hattatlar, yazılarının ekol (mektep) hâlini almış fevkalâde bir üslûbu hâiz olması e şahsiyetine del^letde vâzıh bulunması hasebiyle imzâ koymaya lüzum görmemişlerdir.
Hattatta Aranılan Vasıflar
Hattatlık şartlarına riâyet edenlerin hattat olması lâzım gelirse de, bâzı vasıfları hâiz olması da bu san’atta aranılan husûsiyetlerdendir. Bunları şöyle hulâsa edebiliriz: Bir hocadan icâzet almış olmak, estetik değeri bulunan muayyen bir veya birkaç yazı ile uğraşmayı âdet edinmiş olmak, kalemini kötü şeylere âlet edinmeme. Rûh’âniyetini öldüren maddî ve manevî süfliyetlerden uzak bulunmak. Kendisinden yazı tahsîl etmek isteyenlere şefkatli, edepli, sabırlı ve cömert olmak, hakem mevkiinde bulunduğu zaman Hakkı söylemekten çekinmemek kendisine tevdî’ edilen bir sırrı fâş etmemek, ne medihlerden gurûra, ne de tenkidlerden inkisâra kapılmayıp hak ise kabûl, değilse affetmek, sözüne sâdık, ahdine vefâkar olmak bu sanâtta feyz almanın gizli sebeplerindendir.
Nitekim, bu san’atın üstadları verdikleri derslerden dolayı talebelerinden ücret almamayı, hep parasız öğretmeyi bir ibâdet olarak nazara almışlar ve san’at ahlâkının gerekçelerinden saymışlardır. Fakîr olanlar bile buna riâyeten ayrılmamışlar, sonraları resmî mekteplerde maaşlı yazı hocalığı yapanlar bile resmî vazifeleri dışında kendilerine arz-ı hâl edenlerden ücret mukabili bir şey almayı zillet addetmişler, hattâ hediye bile almaktan çekinen zengin kalpli, deryâ-dîl üstadlar çok görülmüştür. Talebelerine meccânen kâğıt, kalem, mürekkep ve güzel yazılar vermek sûretiyle şefkat ve yardımlarını gösteren üstadlar da vardır. Güzel yazıdaki cemiyet âhenginin verdiği içtimâî derslerden birisi de, hattatlara; almaya değil, vermeye merak etmek büyüklüğünü telkîn etmiş bulunmasıdır diyebiliriz.
Tuhfe-i hattatîn’de şunlar kaydolunmuştur: “Bir hat üstâdı kötü huylu olup da, yazı öğretmekte zayıf talebelere eziyet ediyorsa, yoksulluğa düşer… Kaldı ki, “Bildiğini saklayan muallimin ağzına, ateşten gem vurulur” meâlinde bir Hadîs, Şifâ-ı Şerîf’te yazılıdır. Şu hâlde, muallim tövbe ile Allâh’a sığınıp, hâlis niyetle cehâleti yok etmeye çalışmalıdır”.
Yine o eserde şöyle denilmiştir: “Kalem ehli, Hakk’ın emîn ve vekîl kullarıdır. Hat ve kitâbet ile uğraşanlarda âlimler sırasında sayılır. Hat San’atının ilim olduğu, “Kalemle öğretti” Hak sözünden anlaşılır”
Gerçekten, “Allah güzeldir, güzeli sever.” Hadîs-i Şerîfine imtisâli ehemmiyetini ve kıymetini takdîr eden bir hattât, yaşamının fazîleti yaşatmak olduğunu yazılarında fiilen tadar ve yaşatmaya çalışır. Allâh’ın âyetinde kalemler, yazılar ve yazanlar hakkındaki kasemini mânâ ve şümûlunu, bütün güzelliğiyle güzel yazılarında yaşatmaya koyulur. Bu sûretle hattatlar, “Nun”un, o kasem edilen şeylerle şerh ve tefsîrini yapmaya çalışmışlar, müfessirlerin el sürmedikleri bir sâhada kalemlerini öyle kullanmışlardır ki, ne bir puta tapmışlar, ne de o güzel yazılarını put diye tanıtmayı düşünmüşlerdir. Kendilerini Allâh’a ermişler, amellerine hakîkî müşterisi olarak ancak O’nu seçmişler, ne yapmış ve yazmışlarsa O’nun adını yüceltmek, rızâsını kazanmak için yapmışlar ve yazmışlardır. Nihâyet, kendilerini ve amellerini, kefenlerini ve mezarlarını, taşlarını ve Fâtihalarını kendi elleriyle güzel yazılarına nakş ve defnetmişler; gelecek nesillere de birer emânet olarak bırakmak sûretiyle, onları insanlık imtihâniyle de başbaşa bırakıp, ebediyyet semâlarının ufukları arkasına uçup uçup gitmişler ve şu fânî kubbede de birer hoş sadâ olmuşlardır. Allah cümlesine gani gani rahmet eylesin.
Ebru Sanatı
Ebru Sanatı Nedir?
Birbiri içine geçmiş, ancak karışmamış, bakışla ayırdedilebilecek biçimde duran renk ve şekillere "EBRU" denir. Sanat olarak EBRU, su üzerine serpiştirilen sıvı boyanın rasgele bezendiği şekillerin ve bu şekillere müdahele edilmesiyle meydana gelen figürlerin kağıda aktarılarak sergilenmesidir. Ebru sanatının bir özelliği de geleneksel Türk el sanatlarından olmasıdır.
Birçok eski eserde süsleme amacıyla kullanılan ebru, günümüzde daha çok çerçevelenip duvar süsü olarak kullanılmaktadır. Ayrıca, ebru yapmak insan ruhunu ferahlatan ve pozitif düşünceye yönlendiren bir eylem olduğu için, günümüzün stres dolu dünyasında, hergün daha fazla insanımız ebruya ilgi duymaktadır.
Ebru, geleneksel el sanatlarımızdan olmasına rağmen yakın zamana kadar unutulma tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Dünya çapında çeşitli milletler tarafından sahiplenmeye başlanmış, bazı ülkelerde ebru yapımı sırasında kullanılan malzemeleri üreten firmalar boy göstermişti. Ebru sanatında son devrin piri merhum Mustafa Düzgünman gerek yetiştirdiği öğrencilerle gerek bu sanata kazandırdığı anlayışla manevi hazinelerimizden ebru sanatının yaşatılmasında büyük rol oynamıştır.
Ebru yapımına başlamadan önce tekne kitreli su ile doldurulur.
Ebru teknesi basitçe alüminyum bir baklava tepsisi gibidir. Kitre ise bir bitkinin öz sıvısı olup baharatçılarda (attarlarda) satılır. Sinme bir avuç veya tepeleme iki çoba kaşığı kitre iki litre kadar su içinde 2, 3 veya 4 gün bekletilerek kitrenin su içinde iyice şişmesi sağlanır. Şişen kitre su içinde el ile yoğurularak suya yedirilir. Kitreli su boza kıvamında veya az seyreği olmalıdır. Hazırlanan sıvı ince bir tülbent ile süzülerek temizlenir. Son haliyle tekneye yavaşça (köpürtmeden) boşaltılır.
Ebru sanati Ebru yapımında toprak boya kullanılır.
Değişik renklerde toprak boyalar ayrı ayrı iki cam yüzey (veya seramik, krom) arasında iyice ezilir. Ezilme esnasında hafif su katılır. Elde edilen çamur kıvamındaki boyaya sığır ödü katılarak 15 gün veya bir ay kadar bekletilir. Boyanın öd asidiyle pişmesi sağlanır. Beklemeden sonra mamül sulandırılarak kullanılır. Boya açılmıyorsa öd katılır. Rengi açmak için boya sulandırılır.
Bir ebru bir defa yapılabilir.
Hazırlanan boyalar fırça veya metal çubuk yardımıyla daha önce hazırlanmış olan kitreli suyun üst yüzeyine damlatılır. Bir desen veya figür yapılacaksa yine metal çubuk, tarak v.b. aletler ile şekillendirilir. Boyaların açılmasını ve şekillerin yuvarlaklığını kesin olarak belirleyemeyiz. Ancak fikir sahibi oluruz. Yaptığımız ebrunun tam olarak nasıl olacağını değil neye benzeyeceğini bilebiliriz. Bu yüzden iki defa aynı ebruyu yapmak imkansızdır. Her ebru, yapıldığı anın imzasını taşır adeta...
Kağıt tekneye serilir, iş tamamlanır.
Kağıt düzgünce tekne yüzeyine bırakılır, boyanın kağıda işlemesi sağlanır. Kağıt temiz ve rüzgarsız bir ortamda kurumaya bırakılır.
Tezhip Sanatı
Geleneksel süsleme sanatlarımızın çok yaygın bir kolu olan tezhib Arapça'da altınlama anlamına gelen bir süsleme tekniğidir.
En erken örneklerini yazma kitap sanatındaki Kur'an, dua, bilim ve edebi kitaplarda görmek mümkündür. Türk tezhib sanatçısının yüzyıllar içersinde farklı usluplarda geliştirdiği en mükemmel tezhibleri dini kitaplar için yaptığı kuşkusuz bilinen bir gerçektir. Çalışmalarını ve gelişmelerini devlet himayesinde saraya bağlı nakışhanelerde sürdüren bu sanatkarlar Müzehhip adı altında anılırlar.
Tezhib sanatının vazgeçilmez malzemesi olan altın uzun bir ameliyeden sonra varak (ince levha) halde müzehhipin eline ezilmek üzere gelir. Zamki arabi ile ezilen altın su ile ipekten süzülür, din-lendirilir. Daha sonra kurutularak toz haline gelir. Tatbik edilecek alanlara jelatinli su ile sürüldükten sonra akik taşından yapılmış mühre ile parlatılır. 12. ve 13. yüzyıllarda parlak olarak tatbik edilen altın daha sonraki yüzyıllarda değişik renklerde (yeşil, kırmızı, beyaz) imal edilmiş, bazen mat olarak da tatbik edilmiştir. Altının yanı sıra kullanılan renkli boyaların en ağırlıkta olana koyu mavidir. Çeşitli tonlarda tatbik edilen lacivert lahor çividi, lapis gibi adlarda toprak kökenlı olup arap zamkı ile halledilir. Esas iki ana rengin haricindeki ara renkler kırmızı, yeşil tonlarda kısmen zemin rengi olarak kullanılmıştır. Çiçek motiflerinin renklenmesi de bütün ana renkler ve tonları açıktan koyuya giden kademeli bir biçimde boyanır. Bir yazma eserde tezhiblenen bölümler iç kapak anlamında olan ve kitabın adı, müellifi bazen de kimin için yapıldığını belirten temellük kitabesinin bulunduğu zahriye; sanatçının bütün hünerini gösterdiği ser levha yada boş sayfalar, hattatın isminin konulması nedeniyle ketebe sayfası yada hatime son sayfalar; başlık yada mihrabiye diye adlandırılan Kur'an'da sure, diğer yazmalarda konu başlar; cümle ve ayetleri birbirinden ayırmak için konan nokta yada duraklar; sayfa kenarlarında görülen ve konuyla ilgili açıklamayı içeren gül süslemeleri olup bunlar secde, hizip, cüz ve aşır gülleridir, Tezhib tasarımlarında kullanılan motifler doğadaki bitki ve hayvan biçimlerinin stilizasyonudur. Bitkisel kökenli olan çiçeklere verilen isim Hatayi grubu altında toplanan çoğunlukla hayal mahsulü olan kompozit bir türdür. Hayvansal biçimlerin üsluplaşmasından meydana gelen diğer motif türü ise Rumi adı altında günümüze gelmiştir. Kelime anlamı Anadolulu olan Rumi 12. ve 13. yüzyıllarda mimari süsleme v tezhib sanatında en çok kullanılan motiftir.
Özellikle Selçuklu mimarisinde karakteristik hayvan figürleri ile birlikte tasarlanmış birçok anıtlarda görülür.14. yüzyıldan itibaren hayvansal biçimini kaybeder. 15. ve 16. yüzyıllarda Timuri Safavi ve Osmanlılarda çok çeşitlilik arz eden kompozit biçimdedirler.
12. v 13. yüzyıllarda yapılan tezhiblerdeki tasarımlar Rumi motifi ağırlıklı asimetrik düzendedir. Kısmen Hatayi motifinin de yer aldığı kompozisyonlar çok sade bir biçim ihtiva eder. Bu yüzyılın sevilen başka bir mol türü ise kenar pervazlarda kullanılan zencerektir. XII. yüzyılda kitap sanatına artan yoğun ilgi Konya tezhibinin gelişmesine sebep olmuştur. XIV. yüzyılda kitap sanatının koruyuculuğunda Karamanoğulları ve Germiyan beyleri yapmışlardır.Türk müzehhipleri XV. yy. başlarında etkinliklerini Osmanlı Sultanlarının Koruyuculuğunda Bursa'da sürdürür. Yapılan tasarımlar fevkalade incelmiş Rumi ve Hatayi motifleri çok zengin bir biçimde izlenir. Kompozisyonun gelişme gösterdiği bu yüzyılda Doğu okullarının etkileri (Bağdat, Tebriz,Herat) hissedilir. Kompozisyonda simetri hakimiyeti gözü yormayan karakterli ve sistemlı bir şekilde ekolleşmektedir.
Kompozisyon şemalarının tamamen geometri kaidelere bağlı hat sanatında tamamen geometri kaidelere bağlı hat sanatında olduğu gibi belirli ölçüler dahilinde gelişme gösterdiği izlenir.Hazırlanan tasarımlarda Rumi ve Hatayı motifi ferdi veya karma olarak devrin karakteristik özelliklerini taşır.
Kompozisyon şemalarının tamamen geometri kaidelere bağlı hat sanatında tamamen geometri kaidelere bağlı hat sanatında olduğu gibi belirli ölçüler dahilinde gelişme gösterdiği izlenir.Hazırlanan tasarımlarda Rumi ve Hatayı motifi ferdi veya karma olarak devrin karakteristik özelliklerini taşır.
Bu dönem içinde Türk süsleme repertuarına bulut motifleri de girmiş 16. yy. ve sonrasında hemen hemen bütün kompozisyonlarda sevilerek kullanılmıştır. Yavuz Sultan Selim döneminde 1514-15 yıllarında Tebriz'in alınmasından sonra İstanbul'a gelen Tebriz ve Herat'lı sanatçılarla Osmanlı süsleme sanatları yeni bir çehre kazanır. Kanuni Sultan Süleyman'ın saltanatının ilk yıllarından itibaren bütün süsleme üsluplarındaki yenilikler dikkati çeker. Bu devre içinde Saz üsluplarındaki yenilikler dikkati çeker. Bu devre içinde Saz üslubunun yaratıcısı Şahkulu saray baş nakkaşıdır.
XVII. yy. boyunca Türk tezhibinin ustaca olanları genellikle dua kitaplarında yer alır. Tasarım ve düzenleme XVII. yy ortalarına kadar kısmen geleneği korumuştur.
Türk tezhibinin en müstesna örneklerinden biri de Karahisari Kur'anındaki desenlerdir. Üslup teknik ve çeşitlilik açısından Osmanlı süsleme sanatının bir repertuarı sayılan bu Kur'andaki tezhibler akıl almaz bir incelikle Karamemi nakışhanesinin mahsulüdür. Yalnız koltuk desenleri birbirinden farklı 100 deseni ihtiva eder. Farklı renkler ve üsluplarla 600 değişik renk çeşidi ile tezhiblenmiştir.
Bu yüzyıl sonunda Türk tezhibi giderek inceliğini yitirdiğini ve klasik motiflerin özelliğini yavaş yavaş kaybettiğini izleriz. Batı sanat etkisinin kuvvetle hissedildiği 18. yy. da klasik süslemeyle Barok, Rokoko motiflerinin bir arada kullanıldığı tarz dikkat çeker.Dönemin en büyük müzehhibi lake ustası Ali Üsküdar'i dir. Bu sanatçının tüm eserlerinde eski ve yeni akımın en güzel şekilde bağdaştığı örnekleri görmemiz mümkündür.18. yy. sonuna doğru tezhibte Türk rokokosu adı verilen bir bezeme üslubu yaygınlaşır.
Özellikle naturalist çiçek buketlerinden oluşan bu teknik kendini 19.yy. sonuna kadar devam ettirmiştir. 19.yy. sonuna doğru klasik motiflerin yeniden ele alınmasına çalışılmış ve Türk tezhibinde Neo klasik üslup ortaya çıkmışsa da Osmanlı bezeme sanatının en zayıf üslubu olarak kabul edilir. Başından beri Tezhibin yazma kitap sanatlarındaki seyrini inceledik. Tezhibin tatbik edildiği birçok alanlardan biri de murakka yazı levhaları üzerine yapılan bezeme çeşitleridir.
Yaşadığımız yüzyılda levha tarzında gelişimini sürdüren Türk tezhibi, günümüz koşullarına uygun bır sanat ihtiyacına cevap verir.
Şaşı çırak
İsa’nın devriyle, nöbet onundu. Mûsâ’nın canı oydu, onun canı Mûsâ.
Şaşı padişah, Tanrı yolunda o iki Tanrı demsâzını birbirinden ayırdı.
Usta, bir şaşıya “yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi.
Şaşı,”O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi.
Usta dedi ki: “O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!”
Şaşı, “Usta, beni paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki: “O iki şişenin birini kır!”
Çırak birini kırınca ikiside gözden kayboldu. İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur.
Şişe birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü!
http://www.neyforum.net
Onu da sen bul...
Yanına baş vezirini alıp, yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı
bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek
tabaklıyormuş.
Padişah, ihtiyari selamlamış: ‘ selamunaleyküm ey pir-i fani…’
Adam: Aleykumselam ey serdar-ı cihan…’
Padişah sormuş: Altılarda ne yaptın? ‘
Adam: Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor…
Padişah gene sormuş: Geceleri kalkmadın mı? ‘
Adam: Kalktık… Lakin, ellere yaradı…
Padişah gülmüş: Bir kaz göndersem yolar mısın? ‘
Adam: Hem de ciyaklatmadan…’
Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş:
- ne konuştuğumuzu anladın mı? ‘
- hayır padişahım…’
Padişah sinirlenmiş: ‘ Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.’
Korkuya
kapılan Baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere
kenarına dönmüş.. Bakmış adam
hala orada çalışıyor.. Ne konuştunuz siz
padişahla? ‘
Adam, baş veziri söyle bir süzmüş…’ Kusura bakma…Bedava söyleyemem..ver bir yüz altın söyleyeyim.’
Baş vezir, yüz altın vermiş. ‘ sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın onun padişah
olduğunu? ‘
‘ ben dericiyim… onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi..‘
Vezir kafasını kaşımış:
‘ peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek…’
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
”padişah,
altı aylık yaz döneminde çalışmadın mi ki, kış günü çalışıyorsun, diye
sordu…ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak,
yemek bulamıyoruz dedim.‘
Vezir bir soru daha sormuş: ‘ geceleri kalkmadın mı ne demek? ‘
Adam bir yüz altın daha almış.
‘ çocukların yok mu diye sordu..var, ama hepsi kız..evlendiler, başkasına yaradılar, dedim…’
Vezir gene kafasını sallamış… ‘ bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek…’
Adam gülmüş..
-onu da sen bul…
http://www.neyforum.net
Niyazi Sayın Zeck Dergisi Röportajı
Gönül kapısını bize açan Neyzen Niyazi Sayın ile daha kapıdan girdiğimizde farklı bir söyleşi yapacağımızı anlamıştım. Fotoğrafçılık, tespih sanatı, ebru, resim, kuş merakı, çiçekçilik, aşçılık, elektronik, ney yapımı ve buna benzer o kadar geniş bir ilgi alanı var ki hangisini anlatacağımızı şaşırdık. Hangi konuyla ilgilendiyse o konuda en iyisi olmuş ama bunu hırsla değil sevgiyle yapmış. Niyazi Sayın zamana meydan okuyan bir insan. Son teknolojileri takip ediyor, bilgisayar kullanıyor, yeniye açık, her günü dolu geçen değerli bir insan.. Niyazi Sayın ney icrasında yeni kalıplar ve pozisyonlarla bir dönüm noktası oldu. Bugün musikîmizde ney icrası, "Niyazi Sayın öncesi" ve "Niyazi Sayın sonrası" diye ikiye ayrılıyor. Vakit bana yetmiyor diyor, nasıl yetsin ki.. Bizim de onu anlatmaya sayfalarımız yetmedi.. Gelin sayfalarımız izin verdiği ölçüde Niyazi Sayın'ın deryasından bir katre su alalım kendimize..
Ney ile yolculuğunuz nasıl başladı?
Neyi ilk almama vesile olan Üsküdar musikî cemiyeti neyzenlerinden Emin Beydir. Bir gün Hattat Necmettin Okyay beni resim heykel müzesinin müdürlüğüne Halil Dikmen Hocamıza götürdü: "Halil evladım bak sana Niyazi'yi getirdim sana emanet" dedi. Biz o asil insanla derse başladık 15 sene gittim. Bugün sağ olsa gene giderim. Kendisinden aynı zamanda resim dersi aldım Halil Bey'in sayesinde çok insan tanıdım orda. Halil Dikmen çok efendi, değerli derviş bir insandı öyle asil, faziletli bir insan az görülür. Neyzen Emin dedenin talebesiydi. Onun da hocası Aziz Dede bu böyle bizim yol 3. Selim'in hocası Oskiyan Usta'ya kadar gidiyor ondan sonra nereye gidiyor bilmiyorum. Bu bizim ney ekolümüzdür.
Halil Dikmen'le sizin aranızda farklı bir usta çırak ilişkisinin örnek biçimde yaşanması var sanki.. Bir yerde "bana hiçbir zaman aferin demedi ama her zaman devam et dedi" demişsiniz.
Hiç söylemezdi onu, "devam" derdi. Vefatından sonra kız kardeşi Hanımefendi'yi ziyarete gittim,Ona "talebelerimden bir Niyazi var" demiş. Hâlbuki hayatımda -çok samimidir bu sözüm- hocam gibi ney üfleyemedim. Hocamın neyden çıkardığı sesi daha kimseden duymadım. Hocam aslında ressam, profesyonel bir neyzen değil, amatör ama neyi de öyle üflüyor ki biz onu üfleyemedik. Yalnız neyde şimdiye kadar yapılmamış hareketleri Allah bana ihsan etti onları yaptım. Çeşitli pozisyonları bulduk makamlardaki münasebetini temin ettik. Mesela hicazkâr makamında "fa diyez" perdesini açtığınız zaman o perde pes kalıyor fakat onun pes kaldığının farkında değil millet, bunları buldum.
Bunları nasıl buldunuz?
Benim iyi bir musikîye ihtiyacım vardı bu sanatın içerisine girmişsem onun arkasından koştum. Meselâ batı müziğine de çok düşkünüm, belki bir batı musikîsiyle meşgul olanın elinde o kadar plak yoktur. Onlardan da istifade ettim. Sonra bizim musikîde önderimiz olan tanburî Cemil Bey'in plâklardaki seslerinden istifade ettim, halen de ediyoruz. Bu meyanda Münir Nurettin'le 25 sene beraber çalıştık O da kıymetli bir değerdi memlekette. Kıymetli değer olan hafızlar vardı, herkes bilmez, onlar da çok çok muazzam insanlardı. Bu meyanda Mesut Cemil gibi konuşan bir insan hayatımda görmedim bilgili, hayran olursunuz nefis bir konuşma, sonra Kur'an okuyan hafızlar, gazel söyleyen hafızlar, iyi okuyan solistler tabii içine girince bunlar hepsi birbirine bağlanıyor. Ama bunun bende kuvvetli olmasının sebebi diğer sevdiğiniz hobileri bir araya getirdiğiniz zaman daha faydalı oluyorsunuz diye düşünüyorum. Meselâ tabağı kenarından tutmayacaksınız, iki elle yapışacaksınız hani "asılırsa insan İngiliz sicimiyle asılmalı" yahutta "sakız çiğnerse Ayşe Abla gibi şaklatmalı" derler ya bu da işin latifesi..
Musikîyi tarif edin desem nasıl tarif edersiniz?
Musikîyi ben çocuklara şöyle tarif ediyorum. Musikî iki ses arasında manevi münasebete derler. Siz gönlünüzde "do" ile "re" arasındaki sesi iyi bulursanız işte musikî odur. Ama bulamazsanız hiçbir şey ifade etmez. Batıda tamper sistemi dediğimiz 12′li sistem vardır; bu sistemde mesela keman virtiözü Menoin'i görmeden de dinleseniz Menoin olduğunu anlarsınız. O notada görünen "do" "re" değil. Notanın hiçbir faydası yoktur insana, nota bir iskelettir. Sizde! Bütün hareket sizde! Herkes kendi hayatını koyar melodilerin içerisine.
Ruhunu aksettiriyor o yaptığı esere..
Tabiî, yürümek öyledir, konuşmak öyledir. Siz konuşuyorsunuz görmeden ben sizin olduğunuzu anlıyorum. Neden, çünkü siz konuşuyorsunuz, o ruh çok önemli bir mesele.
Az önceki söylediğiniz ruhu alıp götürmesi ve onunla denge kurması nasıl olur?
Sizin duygularınız öyle olacak ki o sesleri bastığınız zaman gönlünüzden basacaksınız. O "re"nin "do"nun işareti yok, gönülde var onun işareti. Öyle bir ses ki bir sesi 9′a bölerseniz bir tanesine koma derler. Koma nedir? Hiçbir şey! Siz o komaları kendi gönlünüzden yapacaksınız. Aa bu çok güzel okuyor çok güzel çalıyor.Niye? Çünkü onun duyuşu başka..
Sizin Mevlevi olduğunuz da söyleniyor..
Açıkçası Mevlevilik diye bir şey bende yok. Yalnız neyzen olmamız münasebetiyle bir Mevlana felsefesi içerisinde olmak mecburiyeti zuhur ediyor. Bir mesneviyi okumak lazım çünkü enstrümandan ses çıkması için insanın kültüre ihtiyacı var. Bu Mevlevilik olur, Bektaşilik olur, Rufailik olur, cami felsefesi, kilise felsefesi olur; bunların hepsini toparlamak lazım. Ama Hazreti Mevlana'nın görüş ve duyuşlarına karşı son derece muhabbet ve saygımız sonsuzdur. Yoksa ben öyle kayıtlı bir insan değilim.
Bir ney üflüyorsanız tasavvufa ister istemez giriyorsunuz gibi bir şey anladım doğru mu anladım acaba?
Tabii yani şimdi o olmadan neyden ses çıkmaz. Yani manevi tarafınız olmazsa olmaz. Bizim musikimiz bizi tekkeye götürür ya da camiye ama daha çok tekkeye götürür. Batı müziğinin melodileri de kiliseye götürür. O da güzeldir tabii ama bizim işimiz başka. Basit gözüken bir şey insanı yakar mesela bir Hafız Sami varmış onu dinlediniz mi başka türlü, bunun gibi..
Burada o zaman esas olan kişinin ruhundaki oynamaları ses olarak bir başkasına aktarması değil mi?
Her şey öyle zaten "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinden." Konuşmanızda bile maneviyat var mesela. Maneviyatsız hiçbir şey yok. Konuştuğunuz zaman karşınızdaki muhatabınız sizin manevi durumunuzla alakalı olarak size yakınlaşıyor. Her iş öyle.. Yazı yazsanız orda o güzellik görünür. Musikîden de murat insandır Kuran-ı Kerim'de de bir ayet vardır. Diyor ki: "Allah emaneti ilahiyeyi dağlara taşlara verdi onu kabul edemediler o çok ağır bir yüktü." Emanet nedir? "Onu insan kabul etti ama o insan zalim ve cahil oldu" diyor. Niye? İnsan kendi güzelliğine ekberiyetine bakmadığı için kendisine zalim ve cahil oluyor. Allah'ın güzelliği ancak insanda tecelli ediyor. Hiçbir yerde tecelli etmiyor. Her yerde tecelliyatı var, O'nsuz bir yer yok amma bütün esmasıyla beraber insanda tecelli ediyor. O melodiler insan için; o, insandan çıkıyor zaten. Ben çalmazsam başkası çalar, o çalmazsa başkası çalar mühim değil. Mühim olan insan.. Hz. Mevlana 6 ciltlik esere "dinle ney'den" diye başlıyor. Neden? Aslında insandan dinle diyor ney'den ne olacak bir kamış parçası, o işin rumuzu.. Ama asıl ney insan! İnsan'dan dinleyeceksiniz. Hz. Muhammed de insan suretinde tecelli etti değil mi? İnsanı tanımıyorsan sen, kendini tanımıyorsun "kim ki nefsini bildi o Allah'ı bildi" işte ney de bu felsefeye hizmet eden manevi asil bir alet. Ebruda da murat insan, insan olmasaydı ebru da olmazdı, onu çıkaran insan…. Mesela Karagöz, bütün dünyada her memleketin kendi bünyesine göre uygulanıyor. Çin'de var, Endonezya'da var. Yunanistan'da her gün karagöz oynatıyorlar televizyonda bile çıkıyor. Bizdeki Karagöz tasavvufi eda ve mana ile oynatılır. Maalesef bizdeki karagöz oynatanlar da bu felsefenin dışında, bildikleri yok. Karagöz baştan aşağı tasavvuftur bütün perde gazelleri hepsi tasavvufidir. Karagöz de öyle der
"Nakş-i sun'un remz eder hüsnünde rü'yet perdesi
Hâce-i hükm-i ezeldendir hakikat perdesi
Sîreti sûrette mümkündür temaşâ eylemek
Hâil olmaz ayn-i irfâna basiret perdesi
Her neye imân ile baksan olur iş âşikar
Kılmış istilâ cihâna hâb-i gaflet perdesi
Bu hâyal-i Âlemi gözden geçirmektir hüner
Nice kâra gözleri mahv etti sûret perdesi
Şem-i aşka yandırıp tasvir-i cismindir geçen
Âdemi âmed-şüd etmekte azîmet perdesi
Hangi zılla iltica etsen fenâ bulmaz acep
Oynatan üstâdı gör kurmuş muhabbet perdesi
Dergeh-i Âli abâda müstakim ol Kemterî
Gösterir vahdet elin kalktıkça kesret perdesi."
bu son beytin ilk mısra "Dergeh-i Âli abâda" işte islamın özüdür bu. Ehli beyte muhabbet lazım Allah'ın emridir Kuran-ı Kerim'de "ben sizden hiçbir ecir istemiyorum, ehli beytime muhabbet ediniz" buyuruyor nedir o ehlibeyt ben karışmam artık.. Herkes kendi derdine baksın, uğraşsın bulsun neyin nesi neyin fesi ise bu gönül işidir. Yaşamdan maksat hakikate ulaşmaktır.
Bütün sanatların başı insan o zaman
Kendini bilecek insan. Allah "Ben size şah damarınızdan yakınım" diyor. Her yerde tecelli ediyor, insandaki tecellisi de başkadır.
Çok uzun süre TRT'de hizmet vermişsiniz, nasıl başladı?
1949 ya da 1950 senesinde neyzen Süleyman Erguner: "Radyoda saz eseri yapıyoruz gelir misin?" dedi. Radyoya girmek çok büyük bir şey benim için "Gelirim ama önce bir hocama sorayım ondan sonra karar veririm" dedim. Sonra hocama sordum, gitmemi arzu etti 1950′den itibaren resmi olarak radyoda faaliyet gösterdik. Süleyman Erguner ile bir hayli zaman, beraber radyoda vazife aldık. Şunu söylemek icabederse Hocam da dâhil diğer neyzenler Süleyman Erguner gibi ney tanıtımı ve neyin sesini duyurmakta faydalı olamadı. 30 sene radyoda çalıştım sonra konservatuar açıldı, konservatuara devam etmeye başladık. O meyanda Amerika'dan Seattle Üniversitesi'nden istediler. Necdet Yaşar'la oraya gittik Amerika'da 1 sene kaldık sonra İstanbul'a geldik konservatuara devam ettik. 65 yaşını doldurmuş olanlar gurubu için özel bir kanun vardı bu yeni iktidar ondan istifade edemezsiniz dedi. Hâlbuki gerek müzisyen olsun, gerek diğer bölümlerde olsun bunun sonu yoktur. Beşikten mezara kadar sanatkârlardan istifade edilmesi lazımdır. Biz de pekâlâ dedik kalktık konservatuardan da ayrıldık geldik. Kimse de halimizi sormadı. Aldık eşyalarımızı topladık eve geldik. Böyle bir musikî hayatımız oldu.
Burada büyük bir kütüphane görüyorum, ne tür kitaplar..
Musikîyle, tarihle, dini eserlerle alâkalı çeşitli kitaplar. Bizim Türkiye'de arzu edilen kitaplar çıkmıyor; çok kitap çıkıyor ama hiç birisi işe yaramıyor okunması icap eden kitap çıkması lazım. Önce eski yazılmış eserlerin tercümesi lazım. Bunlara ihtiyaç var, kütüphaneler kitap dolu ama kapısını açan yok.
Bunları insanlar görmüyorlar mı?
Görmüyorlar, niye görmüyorlar? Çünkü insanları bu hale getirdiler. Sizin karşınıza musikî ile alakası olmayan insanlar çıkarsa musikî ortadan kalkar.
O anlayış yok ki o güzellikten sanattan zevk alma yok ki..
Ama gençliğin kabahati yok bunda; gençlik onu görüyor. Ne görürse.. Gençler hakikaten zeki çocuklar. Halka ne verirseniz onu alır, mesele orada! Türkiye'de kültür çok zaafa uğradı çok kötü duruma düştük. Spikerler konuşmasını bilmiyor her önüne gelen spiker oluyor, telaffuzda vurgulamaları bile yerinde yapamıyorlar. Kendini göstermek için oraya çıkıyor. Her şey böyle, Biz kültürsüzlükten perişanız kültür yok yok .. Sabahtan akşama kadar televizyonda acayip şeyler seyrettiriyorlar bize, milleti güzelliğe alıştırıcı hareketlerin olması lazım. Belgesellerin olması lazım vs. bizim artık buna ihtiyacımız var. Bir çocuk var Mercan Dede diyorlar meşhur bir neyzenmiş. Ben onun hocasıymışım! Hiç alakası yok beni tanıyan insan bilir, öyle bir insan yetiştirmemin imkânı yok. Halk da bunun arkasından koşuyor. Halkın da kabahati yok halk ne verirseniz onu alır.
Hiç ders almadı mı Mercan dede sizden?
Hayır, efendim ben buna ders verir miyim, ben yobazım aynı zamanda musikide yobazım ben. Ben klasik bir insanım. Sokak müziğinden hoşlanmam. Beni tanıyan bir insan talebelerime baksın nasıl insan yetiştiriyorum.
Nasıl görüyorsunuz gidişatı?
Ben şahsen iyi görmüyorum. Tadı yok bu işin. Her bakımdan şahsiyetimiz zaafa uğradı. İyi olur inşallah diyelim ne diyelim ki..
Son zamanlarda kendinizi geriye çekmenizdeki sebep biraz da gerçek anlamda sanata talip kimsenin kalmadığını düşünmüşsünüz öyle mi?
Yok, öyle değil. Öyle düşünmüyorum var, çok var.. Herkes beni zannediyor ki kendisini geriye çekiyor öyle bir şeyim yok benim evde uğraşacağım çok şey var. Kuşlar var, oydu buydu günün hiç kıymeti yok zaman az geliyor.
Sanatta iyi bir yere gelebilmek için diğer yan sanatlarla da ilgilenmenin çok önemli olduğunu söylemişsiniz.
İyi olmak için bu işin içine girmek lazım. Yani girmezseniz olmaz, kenarından bir şey olmaz. Bir de karakter meselesi, mesela benim karakterimde bir şeyin çoğunu severim. Sevdiğim insanı çok severim. Sevmezsem sevmem o insanı. Bütün mesele insanların kendisine ve karşısındakine ziyanı dokunmasın. Ve ziyanı dokunmamakla beraber hizmeti olsun faydası olsun. Yani kendi derdinizden önce karşınızdakinin derdi ile hemhal olmalı. Bunda din, iman, şu, bu bakmak yok kim olursa olsun, insandır. Hatta ben biraz daha ileri giderim, sokakta bir kâğıdı bile itmem, kâğıda hakaret nazarıyla bakarım o kâğıda hakaret etmişim diye düşünürüm. Yaşadığınız hayat içerisinde kimseye zahmet vermemek lazım. Eşyada da bir hakikat var. Varsa vücudu, onun canlı olduğunu düşünürüm ben, hayat canlıdır. Birbirimizi sevmek, hizmet etmek lazım.. Hizmetten daha güzel bir şey hayatta yoktur. Dünyanın en büyük servetine sahip olsanız hizmet etmezseniz hiçbir kıymet ifade etmez.
Tespih koleksiyonunuz var ve yapımı da sizin ilgi alanınız içerisine giriyor.
Tespih Türk sanatlarından birisidir. Ebru nasıl bir sanatsa bu da bir Türk sanatıdır. Bunun güzel olması için bir takım şeylere ihtiyaç var. Mesela deliği çok ince olacak, 99 tanesi de aynı olacak, imamenin şekli ona göre olacak, burada halka dediğimiz şeyler var onlar iyi çekilecek çıkacak, işlemeli olacak vs. Bu yönde, hele Osmanlı'nın son devrinde yetişmiş büyük tespihçilerimiz vardır.
Ebru sanatında bizdeki öncüler kimlerdi?
Ebru sanatı bize Ethem Efendi'den geliyor. Ethem Efendi'den hattat Necmettin Hoca öğreniyor. Ondan da aktar Mustafa Düzgünman -bana da çok faydası olan değerli bir ağabeyimizdi ve o benim aynı zamanda önderimdi- öğreniyor. Bu sayede ben de yaptım, Mustafa Hoca'dan da merak edip bir hayli Ebru yapanlar oldu. Böylece bu iş öyle bir hale geldi ki şimdi ebru boyalarını satan dükkânlar açıldı. İki defa Boston'a çağırdılar beni onlara Türk ebrusunu gösterdim onlardan da Avrupa ebrusunu gördüm.
Farkı nedir?
Pek fark yok yalnız mesela onlar potasyum alüminant kullanırlar. Kâğıtları potasyum alüminanta batırırlar ondan sonra ebru teknesine, boyaya koyarlar. Çıkarırlar suyla yıkarlar kâğıdı, üzerindeki yapışmamış boyalar gider kendi öz boyası kalır pırıl pırıl da olur. Çok güzel olur. Mesela şuradaki yazı benimdir ebru teknesinde yapmıştım. Bunu yapmak için muhakkak o potasyum alüminanta ihtiyaç vardır.
Bunlar az önce dediğiniz gibi insanın kendine edindiği işler, zevkler.
Evet, bunların hepsi tâli dediğimiz yan hareketler. Asıl insan kendisi.. Asıl uğraşacağı en iyi fotoğraf makinesi kendisi, başka bir şey değil.
Perdeleri büyük bir titizlikle kullanan nefes hâkimiyetiyle ney üfleme çıtasını yükselten, musikî tarihinde kendine özgü, ulaşılmaz bir yeri olan "Neyzenlerin hocası" unvanının sahibi ve günümüzde yaşayan en büyük neyzen Niyazi Sayın'a o engin dünyasını bizimle paylaştığı için teşekkür ediyoruz.
Sema Özbek/Zeck Dergisi Sayı:16